Richard Sennett’in “Beraber” adlı
kitabını “beraberce” tartıştığımız oldukça zevkli bir süreci geçtiğimiz
hafta içinde bitirdik. Çalışmaya dair yapılan kolektif değerlendirme ve
kitabın bütününe dair notlar, tartışma moderatörleri tarafından kısa bir
süre içinde hazırlanacak. Ben bugünkü yazımda daha çok bireysel okuma
notlarımdan ve Sennett’in bazı tespitlerinden yola çıkarak teatral
alandaki “beraberlikler” üzerinde kısaca durmak istiyorum. Türkiye’de
tiyatro alanında yaşanan dayanışma-işbirliği eksikliğini ve “adı var
kendi yok” tiyatro örgütlerimizi anlamaya çalışırken, Richard Sennett’in
bazı tespitlerinin yararlı olacağını düşünüyorum. Ancak oldukça geniş
bir konu olduğu için, yazımı parçalara bölmeye karar verdim.
Richard Sennett, “Beraber” adlı
kitabında temel olarak işbirliği kavramının doğasını inceler ve günümüz
toplumsal yaşamında işbirliğinin nasıl bozulduğu ve nasıl tamir
edilebileceği üzerinde durur. Richard Sennett’a göre kapitalist sistemin
gelişimi içinde ortaya çıkan birey tipi; sosyal bağların çaba ve zahmet
gerektiren ilişkilerinden kaçınan, işbirliğinin karmaşık biçimleriyle
başa çıkmak yerine narsistik bir savunma mekanizması kurarak içinde
bulunduğu birçok alandan geri çekilen bir birey tipidir. Bu tür bir
“şişirilmiş kendiliğin” ve kamusal yaşama dair kaygı duymak yerine
sadece kendi için var olan narsistik tipin ortaya çıkışı, kapitalizmin
toplumsal ve tarihsel süreci içinde şekillenmiştir.
Örneğin kapitalist düzen içindeki bir
işyerinde işçiler ve yöneticiler arasında sosyal bir üçgen vardır. Bu
sosyal üçgen Richard Sennett’e göre kazanılmış otorite, inanç sıçramasıyla gelen güven ilişkisi ve kriz anında kurulan işbirliğidir. Ancak modern kapitalizm geldiği evre itibariyle değişim göstermiş,
hizmet sektörü odaklı bir portföy ekonomisini büyüterek uzun vadeden
ziyade kısa süreli istihdam politikalarını ön plana çıkarmıştır. Bunun
anlamı, işyerlerinde geçici işgücüne dayalı kısa süreli, proje-merkezli
üretim politikalarının hâkim olmasıdır. Bu yapısal değişim birbiriyle
yüzeysel bir şekilde ilişki kuran takım çalışmalarının önünü açar, kriz
anlarında birbiriyle işbirliği yapmak istemeyen kişi modellerini ortaya
çıkarır. Ayrıca da, sorumluluk almak yerine “gemisini ilk terk eden
kaptan-patron” figürlerini oluşturur. Bu anlamda, Sennett’in eleştirdiği
narsistik yeni birey tipi ilk olarak işyerinde yaşanan yapısal
değişikliklerin sonucunda ortaya çıkar.
Dünya genelinde tiyatro alanına
bakıldığında kumpanya ya da ensambleye dayalı bir üretim pratiğinden
ziyade proje-bazlı üretim ve eğitim yapılarının hâkim olmaya başladığı
kolaylıkla görülebilir. Yurt dışında katıldığım uluslararası
festivallerde birçok tiyatrocunun yakındığı en önemli şeylerden birisi
de bu durumdu. Sürekli olarak farklı kişilerle çalışıyor olmanın hem
kendi kimliklerini oluşturmak, hem de sanatsal ortak dil yaratma
konusunda ciddi sorunlar oluşturduğunu belirtiyorlardı. Proje-bazlı
tiyatro çalışmaları bu yüzden de daha çok yönetmen merkezli bir şekilde
gelişiyordu. “Beş-benzemez” oyuncuyu bir araya getirmek ancak bir
yönetmenin varlığıyla olabilirdi. Ortak bir dramaturjik çalışma, ortak
bir sanatsal vizyon ancak ve ancak projenin isterleri doğrultusunda
oldukça yüzeysel ve kısa süreli yapılıyordu. Önemli olan kısa süreli
projenin sonuç odaklı bir şekilde tamamlanmasıydı. Bu yorumdan proje
bazlı işlerin illa ki kötü yapılacağı sonucu çıkmasın, ama piyasadaki
egemen sanat üretim biçimi kısa sürede maximum performans istenen proje
bazlı işler olunca yapısal olarak sorunlar ortaya çıkmaya başlar. Bu
modelin yarattığı pragmatizm kaçınılmazdır. Ayrıca başarılı projeler
üretilse bile, uzun vadede istikrarlı bir sanatsal üretim yapmak
zorlaşır, çünkü her proje sonrası sürekli çalışan (oyuncu) ve patron
(yönetmen ve yapımcı) değişir. Proje bazlı işlerde sürekli bir yeniden
kurulma ve “sil baştan hayatı sıfırlama” hali söz konusudur. Bu durum da
Sennett’in terimleriyle konuşursak, sanat alanında “zamanın aşınması”,
“akıntılar alanı” ve “zamansız zaman” yaratılmasıdır. Tüm bu yapısal
değişimler, sanatsal üretimi doğrudan etkilemektedir. Tiyatro alanında
yaşanan işbirliği eksikliğini anlamak için meseleye bu yapısallık içinde
bakmamız gerekir.
Avrupa’da sanat alanında artık
kanıksanmış yap-boz hali, son yıllarda Türkiye’de de etkisini giderek
hissettirmeye başlamıştır. AKP döneminde devlet ve şehir tiyatrolarının
da orta vadede tasfiyesini göz önüne alırsak, teatral alanın orta vadede
tamamen mali fon bulma eksenli ve proje-bazlı bir şekilde oluşacağını
söylemek mümkün. Örneğin devletçi standart kurumların tasfiyesi,
memur-sanatçı tipini de değişime uğratacaktır. Ben bu değişimin bir
anlamda yararlı olacağını da düşünüyorum, en azından üretimsiz ve
köhnemiş bazı sanatçılar süreçte elimine olacaktır. Ancak tiyatro gibi
meta değeri az olan bir bölgeyi, salt proje bazlı üretime yönlendirmek
de negatif sonuçlar doğuracaktır.
Yine Sennett’in tezlerinden yola
çıkarsak, sanatçı uzun vadeli bir ensemble içinde çalışmak yerine,
projeden projeye koşan, sürekli olarak farklı kişilerle çalışan, sürekli
olarak iş bağlamaya çalışan, insani ilişkilerini çıkar odaklı kurmaya
başlayan, bu yüzden de işyerindeki arkadaşlarıyla aynı dili konuşmakta
zorlanan bir anlayışa mahkûm kalacaktır. Bugün dizi sektöründe olup
biten gelişmelere dikkatle bakanlar, bu dediğimiz oyuncu tipini
rahatlıkla görebilir. Nişantaşı ve Cihangir kafe ve sokaklarında
oyuncular ve tiyatrocular arasında kurulan ilişkiler bence bu yeni
trendi güzel bir şekilde özetlemektedir.
Proje-bazlı üretim, tiyatro ve eğitim
ilişkisini de değiştirmeye başlamıştır. Avrupa’da geleneksel eğitim
kurumları varlığını sürdürse de, sanatçıların bilgiye ulaşmasında
“workshop”lar oldukça belirleyici olmaya başlamıştır. Şu an Avrupa’nın
birçok kentinde tiyatro eğitimi alanında ticari açıdan da bir ağırlığı
olan “workshop” pazarları vardır. Birçok sanatçı çoğunlukla bireysel
özeliklerini kullanarak eğitim “workshop”ları düzenlemekte ve bilgiye
ulaşmak isteyen genç tiyatrocular da maddi gücü ölçüsünde bunlardan
yararlanmaktadır. Ancak “workshop” sistemi, ensemble mantığının çoğu
zaman altını oyan bir şekilde gelişmektedir. Kişiler ya da gruplar
arasında oluşacak bir eğitim-işbirliğinden ziyade, oldukça esnek bir
katılım ve tüketim biçimini alan workshop”lar yaygın bir eğitim yöntemi
haline gelmiştir. Deneysel bir öğrenme, deneme-yanılma, riske girme,
hata yapma pratiği yerini salt uzmanlardan ders alma şeklindeki
birey-merkezli bir eğitim modeline bırakmıştır. Gerçi ekonomik krizler
sonrasında “o workshop senin, bu workshop benim” eğilimi biraz azalmıştır.
Türkiye’de tiyatro eğitimi geleneksel
olarak usta-çırak ilişkisi ve kapalı konservatuar mantığında
gelişmiştir. 1990 sonrasında özel üniversitelerin sayısında yaşanan
hızlı artış, beraberinde eğitmen eksikliklerini de getirmektedir. Yüksek
lisans ve doktora programlarının azlığı, eğitim alanının maddi açıdan
cazibe yaratmaması vs. tiyatro eğitiminin nitelikli gelişimine ket
vurmaktadır. Örneğin sayısı 15’e yakın oyunculuk okulu ve konservatuarda
nitelikli eğitmen sıkıntısı yaşanmaktadır. Sayıları on binleri bulan
oyuncu ve tiyatrocu ağını da düşünürsek, Türkiye’de de “workshop”
sayısında ciddi bir artış yaşandığı söylenebilir. Ancak Türkiye’de
denetimsizliğin de etkisiyle “workshop” alanının eğitsel açıdan ciddi
arazlar içinde şekillendirildiği söylenebilir. Örneğin dikkatle
bakılırsa Türkiye’de çoğu teatral “workshop”un çalışma notu ve
değerlendirme yazısı yoktur. Bu bana kalırsa özelikle yapılmaz, ki
sunulan bilgi sadece bireye ait olsun ve üzerine kamusal bir tartışma
yapılamasın. Bu yazıda buna çok girmeyeceğim. Burada vurgulamak
istediğim nokta, tiyatrocular arasında kendini riske atmadan her şeyi
hazırcı bir şekilde almaya alışmış bir “copy-paste kuşağının” gelişiyor
olması. Kendim de birçok workshop’a katıldığım için iyi biliyorum, bir
“workshop” içinde olmak çoğu zaman katılımcı için kolaydır. Özel bir
çaba gerektirmeden, zahmetli ilişkiler kurmadan, üzerine çok fazla
düşünmeden tüketimci bir mantıkla maddi gücünüz ölçüsünde onlarca
çalışmaya katılabilirsiniz. Çünkü tıpkı proje-bazlı topluluklar gibi,
sizi bağlayan bir ilişki yoktur. İsterseniz canınız sıkılır çalışmadan
çıkabilir, isterseniz başka bir “workshop”a geçebilirsiniz. Eğer
workshop lideri kaliteli ise birçok şey öğrenirsiniz, lider vasatsa “tüh
yazık oldu parama” dersiniz. Sonuçta çoğu “workshop”da oldukça birey
merkezli ve gevşek dokulu bir ilişki söz konusudur. Burada vurgulamak
istediğim işbirliği yapmak istemeyen sanatçı tipinin günümüzde bizzat
eğitim mekanizmalarının içinde şekillendirilmesini örneklemek. Tabi
bundan “workhop”ların hepsi kötüdür şeklinde bir sonuç çıkmasın, sanat
eğitiminin salt “workshop”lar üzerine kuruluyor olmasını problemli
bulduğumu belirtmek isterim.
Ayrıca özel üniversiteler-kurumlar
arasında sürekli hoca transferleri yaşanıyor olması da, kalıcı ve uzun
vadeli olması gereken eğitim mekanizmalarının altını oymaktadır.
Kurumlardaki kişilerin hızlı değişimi, Sennett’a göre sosyal üçgene
zarar vermektedir. Ancak özel okul ve kurumlar birçok eğitmeni kişisel
hırs, kişisel kariyer odaklı hale getirebilmektedir. Eğitmenin derdi de
salt kişisel kariyeri olmaya başlayınca, “hayata ben ve ötekiler”
şeklinde bakmaya başlayan narsistik bir “eğitmen” tipi ortaya
çıkmaktadır.
Bugünkü yazımda daha çok işbirliğinin
zayıflamasında topluluk yapılarındaki değişim ve tiyatro eğitim
mekanizmaları üzerinde durdum. Bir sonraki yazıda, zayıflatılmış
işbirliğinin tiyatro alanındaki farklı veçheleri üzerinde duracağım
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder