15 Eylül 2011 Perşembe

Dijital Doğanlar İçin Drama ve Tiyatro


İlköğretim ve lise düzeyindeki okulların açılmasına çok az bir zaman kaldı. Eğitim dünyasında şu günlerde öğretmenlerin seminer çalışmaları sürüyor. Bundan tam bir yıl önce yazdığım yazıda Türkiye’deki drama ve tiyatro eğitimine dair gözlemleri paylaşmıştım. (http://mimesis-dergi.org/2010/09/okullar-aciliyor%E2%80%A6-peki-ya-tiyatro-ve-drama-egitimi) Bugünkü yazımda aynı konuya farklı bir çerçeveden bakmak istiyorum, çünkü bunun bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bir süreden beri İstanbul ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde öğretmenlere uygulamalı eğitimler yaptırdığım için de konuya dair değişik gözlemlerim oldu. 

Bugünkü yazımın başlığını kısa bir süre önce katıldığım bir seminer çalışmasından esinlenerek koydum. Özel sektörde çalışan teknoloji uzmanı sayın Sezer Pal benim de katıldığım bir eğitimde Dijital Doğanlar Çağında Talim Terbiye adlı bir sunum yaptı. Sunumda 1990 sonrası doğan kuşak, dijital çağın çocukları (Z nesli) olarak adlandırılıyordu. Z nesli olarak adlandırılan bu kuşak dikkat toplamada zorluk çeken, sabırsız fakat fonksiyonel bir düşünme becerisine sahip, değişime hızlı ayak uydurabilen ve teknolojiyi çok iyi kullanan bir nitelikte idi. Sosyal medyaya aşırı derece bağımlı bir “facebook” ve “msn” kuşağından bahsedildi. Sanal sosyalleşmeye eğilimli bu kuşak sürekli “görünme” takıntısıyla yaşamakta, sosyal ağlarda ortalama 150 kişilik kapasite ile iletişime geçmektedir. Sosyal medyada oldukça talepkar, katılımcı ve hızlı organize olabilen bir yapıdadır. Ancak konuşmadan çok mesajlaşma ön plandadır. Sezer Pal, Z neslinin eğitimi söz konusu olduğunda yeni bir paradigmadan bahsetti. Bilgi kaynaklarının internet ve bilgisayar alanındaki gelişmelere paralel çoğalmasıyla, klasik eğitim yöntemlerinin iflas ettiği tezini aktardı. Örneğin Türkiye’de şu anda MEB neznindeki Fatih projesi ile 500 bin çocuğa tablet bilgisayar dağıtılacak, öğrenciler ders kitapları yerine akıllı tahta ve bilgisayar teknolojisinden yararlanacakmış. Özelikle ABD ve İngiltere’deki yeni arayışlar teknoloji merkezli eğitim metotlarını (e-learning, e-kitap, simulasyon ile eğitim ve internet vs.) geliştirmeye odaklanmış. Tabi yeni arayışlar yapılırken dikkatli olalım diyenler de var, örneğin ABD’de ince kas gelişimini engellediği için el yazısına geri dönülmesini isteyen birçok eğitimci olduğu biliniyor. Bilgi kaynaklarının çoğalması beraberinde “fikir mülkiyeti, akademik dürüstlük, bilimsel etik” gibi konuların yeniden tanımlanmasını getiriyor. Sonuçta 1990 sonrası dönemde doğan kuşağın yaşadığı ciddi bir değişimin olduğu aşikar. Bu değişimin yorumlanması oldukça uzun bir yazının konusu. Ben daha çok böyle bir sürecin drama ve tiyatro üzerindeki etkileri konusunda bir şeyler söylemek istiyorum.
Yeni dönemde en büyük değişim bana kalırsa oyun kültüründe yaşanıyor. Atölye çalışmalarımda öğretmenlere sürekli soruyorum, çocuklar ne tarz oyunlar oynuyor diye. Anadolu’da bile şu anda ciddi bir değişim söz konusu. En son Niğde Aksaray’da ve İstanbul’da Türkiye’nin değişik yerlerinden gelmiş 300 tane öğretmenle konuştum. Gelişmeler İstanbul’dan çok da farklı değil. Sokağın ve geleneksel kültürlerin zayıflamasıyla dijital döneme yavaş yavaş Anadolu’da da geçilmiş. Kuralların özgürleştirdiği ve kuralların bizzat çocuk tarafından değiştirildiği oyunlar yerini, “başka birileri tarafından kurulmuş” oyunlara devretmiş. Denilebilir ki, bilgisayar oyunlarında da kurallar katılımcılar tarafından belirlenebilir, ama bu klasik çocuk oyunlarına göre çok daha zor bana kalırsa. Kapitalist kuralların belirlediği bir dijital oyun endüstrisi içinde çocuk daha edilgen bir konumda. Örneğin savaş konseptli dijital oyunların yeni neslin savaş hakkındaki fikirlerini etkilemesi üzerine araştırmalar mevcut. Ömer Faruk Kurhan’ın http://mimesis-dergi.org/2011/08/breivik-vakasi-ya-da-dijital-oyunlarin-fasizme-katkisi güncel yazısını ve Ed Halter’in Yakamoz yayınlarından çıkan kitabını okumanızı tavsiye ederim.
Sosyal ve fiziksel gelişime dayalı oyunlar yerini simulasyon oyunlarına bırakıyor. Örneğin saklambaç oynamayı bilmeyen bir öğrenci nesliyle karşı karşıyayız. Saklambaç oynamayı bilmiyorlar belki ama 3 yaşından itibaren bilgisayarı çok rahat kullanabiliyorlar. Özelikle büyükşehirlerde kent yaşamının getirdiği mekan kısıtlamaları, güvenlik kaygıları yüzünden çocuklar eve kapalı bir sosyalleşme sürecini yaşıyor. Örneğin drama-tiyatro derslerinde öğrencilere öğrettiğimiz çocuk oyunları onlara zaman zaman yavan gelebiliyor. Öğrenciler play-station ya da cep telefonlarıyla oyun oynamayı fiziksel bir enerji harcayacağı oyuna tercih edebiliyor. Hareketsiz bir şekilde bireysel bilgisayar oyunları ön planda olduğu için harekete dayalı sosyal oyunlar çok tercih edilmiyor. Çok oyunculu online oyunlar ise bir yandan dijital sosyalleşme yaratıyor, ama bir yandan da eve bağımlı ve takıntılı bir ruh halini ortaya çıkarıyor. Yetişkinlerde bile ruh sağlığı bozukluğu yaratabiliyor. Velilerden sürekli duyuyorum, günde ortalama 5 saate yakın dijital oyun oynayan, zihninde sürekli “online oyunlar” olan birkaç öğrencim oldukça zor günler geçirmişti. Kendini dijital dünyaya fazla kaptırdığı için ciddi fizyolojik ve psikolojik sorunlar ortaya çıktı. 
Obezite gibi problemleri de düşünürsek, drama ve tiyatronun asal bileşenlerinden biri olan oyun kültürü konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Örneğin tiyatro provalarındaki bir gözlem olarak öğrencilerin bedenlerini kullanmak konusundaki isteksizliği ve de dil gelişimi konusunda yaşadığı sorunları sayabiliriz. Örneğin lise düzeyindeki öğrencilerle vücut çalışması yapmak oldukça zor. Veya öğrenci bir text okuduğunda epey zorlanıyor, çünkü bilgisayara ya da cep telefonuna bağımlı bir imgelem ve okuma-yazma söz konusu. Şiir ve edebiyat alanlarındaki eserleri de çok fazla okumadıkları için zaman zaman yavan bir dil yapısı ortaya çıkabiliyor. Grup çalışması yapmak için öğrencilerle ilk olarak bir ön çalışma yapmak gerekiyor, çünkü bireysel oyuna alışmış bir çocuk için grup çalışması eziyet oluyor. Reel grup çalışmasında ve provada, “varlıkları ve yoklukları bir mouse hareketiyle gelip gidenler olmadığı için” çocuk ilk başta epey zorlanıyor. Sağlıklı bir prova düzeni için birbirini dinleyen, birbirini bedensel olarak hisseden bir donanım gerekiyor.
Sorun şu ki, tüm yaratıcılığını ve enerjisini teknolojiyle ve internet sayesinde açığa çıkaran bu yeni kuşağa drama ve tiyatroyu sevdirebilmek. Hem onların dilinden konuşmak hem de onları eleştirerek bir tür mücadele vermek. Bu süreçte çocukları suçlamak ya da eleştirmek yerine, Z nesli ile ortak bir dilin nasıl yakalanabileceği üzerine düşünmek gerekiyor.  Drama ve tiyatro eğitimcilerinin, çocukları modası geçmiş, demode gözüyle bakılan oyunlarla bir şekilde barıştırması gerektiğini düşünüyorum. Kendi yaptığım ve şu anda 10 bin çocuk üzerinde uygulanan programda bir öğrencinin en az 30 tane klasik oyunla tanışmasını sağlamak istedim. Gözlemlerime göre bu çocuklar için karşılığını hemen buluyor. 30 yaş ve üzeri kuşak için oldukça sıradan olan sokak kültürünü maalesef yapay bir şekilde yeniden yaratmaya çalışıyoruz. Drama ve tiyatro dersleri de belki de eskiye ait nostaljik bir “similasyon” Zararın neresinden dönersek kardır hesabı. Ancak sorun şu ki, evde ve yaşamının diğer alanlarında oyun sürekliliği olmadığı için drama ve tiyatro oyunlarının etki gücü oldukça sınırlı. Bu açıdan Huizinga’cı “oynayan insan” sloganlarını sorgulamak gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda bana kalırsa günümüzün “dijital oynayan insanını” anlamak ve yorumlamak gerekiyor. Bu yorumlama sürecinde ne “ah nerede o eski güzel günler nostaljisi yapmak”, ne de “teknoloji çağına yüksek övgüler düzmek” yararlı olacaktır. Ayrıca bu tartışmayı drama ve tiyatro bağlamında devam ettirmek gerekiyor. Canlı performansa dayalı sanatların günümüz dijital dünyasında varlığını sürdürmesi için buna ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder