30 Ocak 2010 Cumartesi

“TİYATRO YARIŞMA DEĞİLDİR!” kampanyasını destekliyorum

MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI’NA VE ÖZEL EĞİTİM KURUMLARINA ÇAĞRI 

"TİYATRO YARIŞMA DEĞİLDİR!”

(http://tiyatrobiryarismadegildir.blogspot.com)

Kültür ve sanatın rekabet, tüketim ve bir yargılama aracı olarak kullanılması biz eğitimciler açısından kabul edilebilecek bir durum değildir. Kültür-sanat alanında yarışmalar yoluyla oluşturulan aşırı rekabetçi mantık ve bu mantığın ürünleri olan jüri, sanat otoritesi, starlık gibi kavramlar yetişkinler gençler ve çocuklar üzerinde kalıcı hasarlar bırakmaktadır.


Türkiye’de çocukların ve gençlerin kendi yaptıkları tiyatro söz konusu olduğunda gündeme gelen en önemli tartışmalardan birisi yarışma mantığında düzenlenen organizasyonlardır. Yarışma ve rekabet mantığı çocuk gelişimi açısından olumlanabilecek bir durum değildir. Özelikle de sanat üretimi söz konusu olduğunda aşırı rekabete dayalı yarışmacı mantığın öne çıkması pedagojik kalıcı hasarlar açığa çıkarmaktadır. Sanatsal performansın kazanma/kaybetme, yenme/yenilme, elenme/eleme gibi terimlerle değerlendirilmesi çocuğun ve gencin sanat yapma hevesini olumsuz etkilemektedir. Bu yüzden de, yarışma formatında organizasyonlar yapılmamalıdır. Bunun yerine çocukları sanat üretimine teşvik edici, geleceğin sanat üreticisi ya da bilinçli seyircisi olmaları için eğitim ve dostluk temelinde organizasyonlar tercih edilmelidir.


Bir çocuğun ya da gencin salt sanatsal anlamdaki performansını kıstas alarak estetik değerlendirmeye tabi tutmak, ergenlik dönemindeki bir bireyi rencide etmek pedagojik anlamda doğru değildir. Bu yüzden de tiyatro yapan çocuklar birbiriyle mukayese edilerek değerlendirilmemeli, bireysel gelişim süreci göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Ülkemizde düzenlenen yarışma mantığındaki organizasyonların en büyük sıkıntılarından birisi salt ürün merkezli bir değerlendirme anlayışının öne çıkmasıdır. Doğru eleştiri ve değerlendirme kriterleri olmadığı için, yarışma mantığındaki birçok tiyatro festivali üzerinde şaibeler ortaya çıkmaktadır. Öğrencilerin yaptığı amatör tiyatronun kalitesini ve niteliğini artırdığı iddia edilen yarışmaların bu bağlamda sorgulanması gerekir.


Bir çocuk ya da genç açısından oldukça olumsuz sonuçlar doğurduğuna inandığımız bu tarz organizasyonların terk edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ayrıca ŞÖLEN ya da FESTİVAL adıyla düzenlenen, “gizli yarışma” dediğimiz organizasyonlar da dikkat çekicidir. Bu tarz organizasyonların başvuru koşulları incelendiğinde yarışma koşulları aynen devam etmektedir, sadece isim değişikliğine gidilmiştir. Ayrıca hâkim bir sanat anlayışının dışına çıkılması istenmemekte, ifade özgürlüğü sınırlarını zorlayan bir şekilde metin denetimi talebi olduğu söylenmelidir. Ülkemizde demokratik açılım tartışmalarının olduğu bir dönemde kısıtlayıcı ve yasaklayıcı bir anlayışın dayatılması kabul edilebilecek bir durum değildir. Örneğin İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nün Tiyatro Şöleni Şartnamesi incelendiğinde, oyunların seçim ve sahneleme ilkeleri konusuna dair belirtilen bazı maddeler aynen şu şekildedir:


1) Seçilecek konularda Milli ve Tarihi konulara ağırlık verilecektir.
2) Kendi yazarlarımıza öncelik tanınacaktır.
3) Konular öğrencilerin seviyesini aşmayacak tarzda olacaktır.
4) Sahnelerde öğrenci adabına uymayan öğrenciler aşan rencide eden konular ayıklanmalıdır.


Ayrıca katılım formunda şu ibare bulunur: “Roldeki önem sırasına göre öğrenci listesi” Büyük rol küçük rol ayrımını kışkırtan ve tiyatronun kumpanya ruhuna zarar veren star anlayışı öğrencileri ben-merkezciğe itmektedir. Bizler aşağıda imzası bulunan eğitimciler ve tiyatro sanatçıları olarak, MEB ve özel eğitim kurumları tarafından anaokulu, ilköğretim lise ve hatta üniversite düzeyinde düzenlenen TİYATRO YARIŞMALARININ kaldırılmasını, şenlik ve festival mantığında organizasyonlar yapılmasını talep ediyoruz. Bu talebin hayata geçirilmesi noktasında ilk olarak kamuoyunda duyarlılık oluşturulması amacıyla bir imza kampanyası başlatıyoruz. Kampanyaya destek olmak için aşağıdaki linke tıklayınız. Ayrıca yasakçı ve rekabetçi uygulamalara dair yazılı ve sözlü bir tartışmanın düzenlenmesine ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.


(Kampanyaya imza vermek için tiyatrodayarisma@yahoo.com adresine e-mail atabilirsiniz.)

"Tiyatronun Derdi Ne?" adlı panelden izlenimler (17.04.2007)

"Tiyatronun Derdi Ne?" adlı panelden izlenimler

Tiyatro DOT, 27 Mart haftasında tiyatro ve gösteri sanatları alanıyla ilgili bir dizi panel etkinliği gerçekleştirdi. 27 Mart 2007 günü katıldığım panelin konusu, "Tiyatronun Derdi Ne?" idi. Başlık ve katılımcılar ilgimi çekmiş olacak ki, kamuya açık olan bu panele seyirci olarak ben de katıldım. Panelin moderatörü, tiyatrocu Kerem Kurdoğlu idi. Konuşmacı olarak ise, gazeteci Perihan Mağden, reklâm ve sinema yönetmeni Ezel Akay ve kendisini 'sadık bir tiyatro seyircisi' olarak niteleyen Melih Anık çağrılmıştı. Panele yaklaşık 60 kişi katıldı. Konuşmacıların ve moderatörün tümünün ortak özelliği, hayatlarının belirli döneminde (80'li yıllarda) Boğaziçi Üniversitesi ve Robert Kolej'de aktif olarak tiyatro yapmış olmalarıydı. Fakat üç konuşmacı da, şu an bulundukları nokta itibariyle tiyatro üreticisi olmayan kişilerdi. Tiyatro ile pratik olarak ilişkilenen tek kişi Kerem Kurdoğlu idi. Moderatör, kısa bir açılış konuşmasında sonra tartışma çerçevesi olarak şu soruları ortaya koydu: "Tiyatroya yönelik gerçekten bir ilgisizlik var mı? Tiyatro bu ilgisizliği hak ediyor mu? Bu ilgisizliğin nedenleri nelerdir? Ve sorunları aşma adına ne gibi çözüm önerileriniz var?"

Panelde ilk konuşmayı, geçtiğimiz senelerde yazdığı bir yazı üzerine tiyatro camiasından büyük tepki alan ve tiyatro sanatından soğuduğunu açık olarak dile getiren Perihan Mağden yaptı. Yazdığı yazıdan sonra, bir tür linç girimine maruz kaldığını belirtti. Perihan Mağden, yazıyı yazdığı dönemde Yunanistan'da avangarde bir topluluğunun oyununa gittiğini, ancak oyunu izledikten sonra oldukça daralıp bunaldığını esprili bir şekilde anlattı. Ve daha sonra gezi sırasında o yazıyı kaleme aldığını belirtti. Tiyatro bölgesinin fikirlerine tepkisel ve "çocukça" yaklaştığını, kendilerini bir tür 'toplumun öğretmeni' olarak gördüklerini ve bu öğretmen pozisyonlarını tartışmaya açmaktan çok korktuklarını söyledi. Ve daha sonra, çocukluğunda annesi tarafından sürekli olarak tiyatroya götürüldüğünü, gençliğinde sevdiği oyunlar olduğunu, düşünsel olarak gelişmesinde dönemin tiyatrocularından çok etkilendiğini, Robert Kolej'de misyon gereği tiyatro kulübü başkanlığı ve oyunculuk yaptığını vs. anlattı. Yazıyı yazdıktan sonraki dönemde, 5 tane oyuna gittiğini, sanatçılardan sürekli olarak davetler aldığını belirtti. Ve asıl sorunun tiyatro sanatından kaynaklanmadığını, günümüz tiyatrosunun toplumun estetik ve politik ihtiyaçlarına yanıt veremediğini ve bu yüzden de tiyatrodan sıkılmaya hala devam ettiğini belirtti. Örneğin, Semaver Kumpanya'nın adaptasyon oyunu Süleyman ve Öbürsüler oyununu izlediğini, orijinal oyundaki faşizm sorununun laik, anti-laik ekseninde yorumlandığını ve bunun siyaseten yanlış bir dramaturji olduğunu belirtti. Ayrıca Dostlar Tiyatrosunun aynı oyundan yaptığı adaptasyonunun da benzer (daha abartılı biçimde) bir dramaturji ile sahnelenmesine bir anlam veremediğini belirtti. Ali Poyrazoğlu'nun Hrant Dink'in ölümü sonrasındaki bir ortamda, bir Ermeni kadınını son derece yüzeysel bir şekilde canlandıracak olmasından duyduğu rahatsızlığı da dile getirdi. Perihan Mağden, Türkiye'de kaliteli oyuncular olmasına rağmen asıl sorunun günümüzü anlatan oyun metinleri üretilememesinden kaynaklandığını belirtti. Tiyatrocuların tiyatro sanatına çok kötü davrandığını, kendi elleriyle toplumdan soğuttuklarını vurguladı. Tıpkı Yunanistan'daki gibi, 'inek kutsallığı' içindeymiş gibi düşünüldüğünü, ama bir yandan "ineğe" zarar verildiğini belirtti. Türkiye'deki tiyatrocuların elitist ve Cumhuriyet'in başöğretmeni rolünü değiştirmesi gerektiğini vurguladı.

Reklamcı Ezel Akay ise, tiyatro sanatının bir krizde olmadığını, tiyatrocuların sürekli "ağlaştığını" söyledi. Dünyada artık yeni sanat dallarının (sinema, dizi film vs.) ortaya çıktığını, bunun bir realite olduğunu, ortaya çıkan bu sanat dallarının tiyatroya olumlu etkileri olacağını söyledi. Ezel Akay'a göre, temel sorun oyunculuk sorunu ve kalite sorunu idi. Sektörün gelişmesi için, "tiyatro oyuncuğu bırakılmalı" ve "minimalist oyunculuk" yapılmalıydı. Tiyatro, sinema ve dizi oyunculuğu arasında çok ciddi bir fark olmadığını, tiyatronun popülerleşme adına gelişen dizi ve televizyon sektöründen mutlaka yararlanması gerektiğini söyledi. Geçen sezon 80 tane dizi yapıldığını, Avrupa'nın en çok dizi çekilen ülkesinin Türkiye olduğunu, ancak halkın sinema ve dizi sektöründe olduğu gibi tiyatroda da kaliteli ürünlere rağbet ettiğini belirtti. Ancak tiyatro bölgesinde yapımcı sorunu olduğunu, iyi reklâm yapılamadığını ve piyasa şartlarının yeterince iyi değerlendirilemediğini vurguladı.

Kerem Kurdoğlu, Ezel Akay'a katıldığını, tiyatronun (sinema ile karşılaştırıldığında) hem demokratik hem de kötü bir şey yapmaya en az müsait bir sanat dalı olduğunu vurguladı. Tiyatroda "kötü iş yapmaya" "vasat performansa" asla yer olmadığını, o tarz şeyleri izlediğinde çok üzüldüğünü belirtti. İyi bir şey yapmak isteyenlerin kendi rotasını çizdiğini belirtti. Örneğin son dönemlerde, Garaj İstanbul, Dot Tiyatrosu gibi oluşumların ortaya çıktığını, bunun oldukça önemli olduğunu söyledi.

Melih Anık ise, Perihan Mağden'den farklı düşündüğünü, tiyatro sanatını çok sevdiğini ve iyi bir izleyici olduğunu söyledi. Ayrıca Perihan Mağden'n yazısını okuyunca beğenmediğini, ancak Mağden'in eleştirileriyle topluma bir şamar attığını söyledi. Konuşmasına Muhsin Ertuğrul'un 60'lı yıllarda 27 Martta yaptığı bir konuşmadan örnekler vererek devam etti. Benzer ve hatta aynı sorunların ve söylemlerin o dönemde de olduğunu belirtti. Günümüzde tiyatro dünyasının bir paradigma sorunu olduğunu, tiyatrocuların sürekli "ağlaştığını", tiyatronun seyirci ile ortak bir dil kurmakta zorlandığını belirtti. Bunun nedeninin de, tiyatronun salt eğitim kurumu olarak algılanmasından ve dünyadaki gelişmelerin takip edilmemesinden kaynaklandığını belirtti. Örneğin Türkiye'de 200 milyon dolarlık bir sponsor pazarı olduğunu, ancak tiyatronun bu pazardan iyi yararlanmadığını söyledi. Ayrıca, tiyatrocuların yapıcı taleplerinin olmadığını, örneğin AKM yıkılmasın diye eylem yapanların, yeni bir salon yapılsın diye eylem yapmadıklarını belirtti.

Seyirci olarak katıldığım panelde konuşmacıların ana tezlerini kısaca özetledim. Kendi izlenimlerime gelince, ilk olarak şunu söyleyebilirim: Panel katılımcıları bana göre, "Tiyatronun Derdi Ne?" sorusuna daha iyi ve samimi bir şekilde yanıt verecek kişilerden olmalıydı. Bir reklâmcı, bir şirket yöneticisi, tiyatroyla özelikle alternatif tiyatro ile bağı oldukça zayıflamış bir moderatör, elbette ki tiyatro sanatı üzerine kendi durdukları yerden bir şeyler söyleyebilir. Buna hiçbir itirazım yok. Ancak konuşmacıların tiyatroyu dert ediniyormuş gibi gözükmeleri, ama bir yandan kendi pratiklerinde dert etmemeleri, söylem ve eylem arasında ciddi uçurumlar olması bende biraz olsun yapaylık hissi uyandırdı. Panelden sonra, ben galiba Perihan Mağden ve kısmen Melih Anık olmasa bu paneli izlemezdim diye düşündüm. Ayrıca bu başlıktaki bir panelin organize edilmesinde, bilinçli olarak yapılan bir görmezden gelme tavrının olduğunu da düşündüm. Tiyatroyu gerçekten dert eden, sorunlarına kafa yoran, çözümler üretmeye çalışan kesimlerin, DOT'un organize ettiği etkinliklere davet edilmediğini düşünüyorum. Tabi bu durum, alternatifliğin ve yenilikçiliğin nasıl algılandığına dair bir tartışmayı da beraberinde getiriyor. Örneğin amatör veya alternatif tiyatro alanından kimsenin çağrılmamış olması, "Tiyatronun Derdi Ne?" panelinin daha "seçkinci" bir bakış açısıyla örgütlenmesine neden oldu. Bu yorumu yaparken, çuvaldızı da kendimize batırmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Tiyatro piyasasına yönelik gözlem ve yorum yapılmaması, dışa dönük süreçlerin olumsuz yaşanması, alternatif itkilerle hareket eden kesimlerin kamusal alanda atalet örgütlemesi sonucunu doğuruyor.

İkinci olarak ise, paneldeki tartışma çerçevesinde ciddi eksiklikler olduğunu düşünüyorum. Sadece tiyatro sanatını sevip sevmeme üzerinden yürütülen bir tartışma, bir süre sonra yüzeyselleşmeye başladı. Örneğin, panelde dinleyicilerden birisi, niçin tiyatrocuları sevmediğini, kardeşinin de tiyatrocu olduğunu, her şeye rağmen onun yaptığı işi sevmek istediğini vs. anlattı. Ve uzun bir süre gündem bu konu oldu. Hatta bir ara konuşmacılar soruyu soran kişiyi ikna etmeye ve tiyatro sanatını sevdirmeye çalıştılar. İzleyicilerden gelen daha berrak sorular ise, moderatör ve Ezel Akay tarafından kanımca geçiştirildi. Örneğin, sinema ve dizi sektörünün nasıl ve ne pahasına bu kadar geliştiği, insanların estetik beğenilerinin yönlendirilmesi, devletin tiyatroya yönelik yaklaşımı, tiyatro bölgesinde bir türlü gündemleşemeyen ifade özgürlüğü sorunu, sansür ve yasaklar, altyapı eksikliği, tiyatrocuların aydın sorumluluğu, tiyatro eğitimi vs. gibi konular oldukça es geçildi. Seyirciler genel olarak dinleme modundaydı, ara ara sorular geldi, fakat Kerem Kurdoğlu moderatörlük hakkını daha çok konuşmacılar lehinde kullandı. Starbucks'ın kahve sponsorluğunda gerçekleşen panel, Perihan Mağden'in ve kardeşi tiyatrocu olan seyircinin esprili anlatımı panelin temposunu sürekli yüksek tuttu.
Sonuç olarak, aktif tiyatro üreticisi olmayan kişilerin tiyatro üzerine konuştuğu bir panelde "değişik" bakış açılarını öğrenme fırsatını buldum. Bu bir anlamda öğreticiydi, bir anlamda ise yüzeysel. Ayrıca, son dönemlerin popüler mekânlarından biri olan Tiyatro DOT'un sahnesine ve oradaki kültürel atmosfere dair gözlemler yapmış oldum.

 

BEKSAV "Halkların Kardeşliği İçin 100 Dakika Oyun" Etkinliği (27.02.09)

BEKSAV "Halkların Kardeşliği İçin 100 Dakika Oyun" Etkinliği
Bülent Sezgin, Deniz Aydın


21-22 Şubat 2009 tarihlerinde İATP-G tarafından düzenlenen Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri ile aynı tarihlerde, Bilim Eğitim Kültür Sanat Araştırmaları Vakfı (BEKSAV) 'Halkların Kardeşliği için 100 Dakika Oyun' başlıklı bir gece düzenledi. 22 Şubat günü Kadıköy Halk Eğitim Merkezi Sahnesi'nde 15'e yakın tiyatro grubunun desteği ve yaklaşık 400 seyircinin katılımıyla gerçekleşen etkinliğe, İATP-G üyesi Tiyatro Boğaziçi Biz-Siz-Onlar adlı oyununun Kamber Ateş epizodundan bir bölümü sergileyerek etkinliğe katkı sundu.

BEKSAV'ın 14. kuruluş yıldönümü dolayısıyla düzenlendiği 'Halkların Kardeşliği için 100 Dakika Oyun' etkinliğinin açılış konuşmasında BEKSAV Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Orman, 1995 yılında kurulan vakfın kapitalizmin konservatuarlarında yer bulamayan yüzlerce gence kapısını açtığını, BEKSAV'ın alternatif ve muhalif bir kültür kurumu olarak baskılara maruz kaldığını, ancak gelinen nokta itibariyle kurumsallaşma adına önemli adımlar atıldığını vurguladı. Geçmiş yıllardan farklı olarak her kesime katılım çağrısı yapmaya başladıklarını belirtti.

Oldukça uzun süren (yaklaşık 45 dakika) açılış konuşmalarında, yaklaşan yerel seçimler öncesinde politik konjonktüre dair "Biz Varız Platformu" bünyesinde çalışan sosyalist belediye başkan adaylarının tanıtım konuşmaları ve BEKSAV 14.kuruluş yıldönümü için gönderilen tebrik mesajları damgasını vurdu. Ayrıca Turkuaz Holdinge devredilen Sabah-ATV Şirketler grubundaki basın emekçilerinin yapmış olduğu grev süreci gündemleştirildi. Gazeteciler Sendikası üyesi ve grev sözcüsü grevdeki son durumu aktardı. Oldukça samimi ve öz-eleştirel bir tonda konuşan grev sözcüsü 500'e yakın çalışan içinde ancak 10 kişinin greve çıktığını belirterek medya sektöründe örgütlenmenin zorluklarını dile getirdi. Ayrıca İnsan Kaynakları departmanları tarafından ömür boyu işsiz kalma tehdidi ile karşılaştıklarını ve işsizlik korkusundaki çalışanların greve destek vermediğini belirtti.

Etkinlik, art arda sergilenen kısa oyunlar ve bunların arasında seslendirilen canlı müziklerden oluşmaktaydı ve iki perde halinde seyirciye sunuldu. Etkinliğin gelişim süreci bilindiği gibi, 100 kısa oyun olarak başlamış, fakat daha sonra yeterli oyun bulunamayınca 100' (yani 100 dakika) olarak değiştirilmişti. Bunun nedeni ise, bize göre Türkiye'de hakların kardeşliği temalı prodüksiyon üreten sanat kurumlarının oldukça az olmasıydı. BEKSAV'ın iyi-niyetli girişimi bu anlamda tam karşılığını bulamamıştı. Ama sonuçta ortaya, hakların kardeşliği konseptindeki müzik dinletilerinin de desteğiyle, 100 dakikalık bir gösteri ortaya çıkmıştı. Öncelikle şunu belirtmek de yarar var. Özel kurgusal bir bağlantı ve sahne geçişleri olmaksızın yaklaşık 15 tane kesit (tiyatro, dans-performans, folklor gösterisi ) izledik. Gösterilerin bir kısmı geceye katılan tiyatro toplulukların var olan gösterilerinden kesitler bazıları ise özel olarak bu gece için hazırlanmış etkinliklerdi. Etkinliği izlerken aldığımız notlardan yararlanarak hazırladığımız kısa yazımızda önemli bulduğumuz noktaları vurgulamak istedik.


1. PERDE

1.OYUN: Alegori Dans Tiyatrosu:

Oyun kimlik inşası, yaftalama, hedef gösterme ve bu bağlamda Hrant Dink cinayetini de konu alan sözsüz bir dans tiyatrosu çalışmasıydı. Sergilenen gösteriler içinde en gerek icra gerekse de dramaturjik çerçevesi açısından en başarılı bulduğumuz parçalardan biriydi. Sahneye çıkan oyuncu-dansçılar kareografik bir şekilde resim fırçalarıyla birbirlerini boyayarak ifade özgürlüğünün engellemesini dans ederek vurguladılar. Gösterinin sonu H-E-P-İ-M-İ-Z-! şeklinde dansçıların ayaklarıyla oluşturduğu bir pankartla bitti.

MÜZİK: İki vurmalı çalgıyla sözsüz bir parça icra edildi.

2.OYUN: Tiyatro Fabrikası:

Propaganda tiyatrosu (ajit-prop) olarak değerlendirilebilecek bu kesit, savaş karşıtı bir hikayeden bahsediyordu. Oyunda Irak ve Filistin Savaşları, Büyük Orta Doğu Projesi konu edilmekteydi. Tek dilli, Türkçe bir oyundu. Oyuncuların yüzlerindeki maskeler egemen medyatik güçleri ve devlet adamlarını simgeliyordu. Resmi propagandaya isyan eden ana karakter ise, "Biz milyonlarca kişi savaşı yenebilecek miyiz?" sözcükleriyle seyircinin desteğini almaya çalışıyordu.

3.OYUN: Destar-Theatre

Etkinliğin ilk Kürtçe oyunu olan ürün, "halkların kardeşliği" olgusunu ve taleplerini ciddiye almayan ayaktakımının absürde varan grotesk bir yorumla sahneye taşındığı bir çalışmaydı.

MÜZİK: Kemençe ve vokalden oluşan Lazca bir parça seslendirildi.

4. OYUN: Tiyatro Arın

Zonguldak'ta maden işçileriyle çalışma yapan Fahri Bozbaş'dan öğrendiğimiz kadarıyla arın kelimesi, madenin en dibi, en alt noktası anlamına geliyordu. Kesit bir maden işçisinin çalışmasını ve ekmeğini diğerleriyle bölüşmesini konu edinmekteydi ve söz kullanılmadan mim yoluyla icra edilmekteydi. Ancak icracının fiziksel aksiyon çizgisi anlaşılırlık bağlamında biraz sorunluydu.

5. OYUN: Tiyatro Boğaziçi

Biz, Siz, Onlar adlı oyunun Kamber Ateş episodunun son sahnesi sergilendi. Parça, Kamber Ateş isimli mahkûmun anadili Kürtçe olan ve tek kelime Türkçe bilmeyen anasıyla telefonda Türkçe konuşmak zorunda bırakılması üzerine kurulu bir oyundu. Sergilenen gösteriler içinde dram sanatına en yakın örneklerden birisi olarak sahnelenen bir kesitti.

MÜZİK: Kemençe ve vokalden oluşan Lazca bir parça daha seslendirildi.

6. OYUN: Alternatif Sanat Oyuncuları Bu oyun, terörizm ve savaş olgularını ABD politikaları üzerinden işleyen ve bu politikalara toplum nezdinde gösterilen rızayı eleştiren bir örnekti.

MÜZİK: Türkçe bir parça, bağlama, gitar ve vurmalı ile beraber icra edildi.

7. OYUN: Hayal Oyuncağı

Kafkasya'ya, Adige'ye turist olarak giden bir grup gencin Adige danslarını icra eden bir toplulukla karşılaşması üzerine kurulu gösteri, Adigece-Türkçe sergilendi. Bu parça daha çok, teatral bir buluşla sahneye taşınmış bir dans-müzik gösterisi olarak değerlendirilebilir. Ancak oldukça uzun süren folklor gösterisinin dramaturjisi bizce çok net anlaşılamadı. Sahneye giren oyuncular grubu folklor gösterisi ile tam olarak bütünleşemediği için, eklektik bir üslup ortaya çıkmıştı.

2. PERDE

1. OYUN: Ada Dans Tiyatrosu

Anti-entelektüalizm ve üç maymunu oynama temaları üzerine kurulu gösteri, dans tiyatrosu formunda ve sözsüz olarak sergilendi. Sergilenen gösteriler içinde gerek icra gerekse de dramaturjik çerçevesi açısından başarılı bulduğumuz parçalardan biriydi.

MÜZİK: Yan flüt, gitar ve vurmalı sazlar eşliğinde Ermenice bir parça seslendirildi.

2. OYUN: Teatro Bakur

Faili meçhul cinayetleri konu alan oyun, Kürtçe-Türkçe bir anlatının müzik eşliğinde icrasına dayanıyordu. Sergilenen gösteriler içinde en gerek icra gerekse de dramaturjik çerçevesi açısından başarılı bulduğumuz parçalardan biriydi.

3. OYUN: Yenikapı Tiyatrosu

Tüketim toplumu ve kapitalizm temalarını işleyen kısa oyun, mim formunda ve sözsüz biçimde sahnelendi.

MÜZİK: Buzuki ve gitarla Rumca bir parça icra edildi.

4. OYUN: Mosakkale Tiyatrosu

Ardeşenliler Kültür ve Dayanışma Derneği bünyesinde çalışmalarını sürdüren topluluk Laz bir ailenin bir bayram sabahı buluşmasını konu alan kısa oyunlarını, Lazca-Türkçe sergilediler ve oyun tulum eşliğinde oynanan horonla sonlandı. Halkların kardeşliği konseptini en iyi yansıtan gösterilerden birisiydi.

5. OYUN: Teatra Avesta

Topluluğun Araf adlı son prodüksiyonundan bir bölüm, Aydın Orak'ın stand-up tarzına yakın oyunculuk üslubuyla sergilendi. Musa Anter'in yaşamından kesitler, Kürtçe-Türkçe sahnelendi. Oyun seyircinin üslubu açısından en çok tepki verdiği kesitlerden birisi oldu.

MÜZİK: Bu kısımda Arapça bir parça seslendirildi.

6. OYUN: Köşebaşı Tiyatrosu Bu oyun ise İsrail saldırılarında hayatını kaybeden Gazze'li bir çocuğun dramını temel almaktaydı. Ancak Brechtyen bir dramaturjiden oldukça uzak bir şekilde sergilenen oyun, yaşanan savaşı ak-kara şeklinde göstermeye çalışıyordu. Örneğin siyahlara bürünmüş İsrail askerinin Filistinlileri öldürürken komik bir kahkaha atması dramaturjik açıdan tutarlı bulmadığımız bir durumdu. MÜZİK: Kaval, gitar ve vurmalı eşliğinde Kürtçe bir parça icra edildi.

7. OYUN: Tiyatro İmge

BEKSAV'ın tiyatro ekibinin hazırladığı kesitte, militarizm ve işkence kavramları işlendi. Dans tiyatrosu sahnelenen gösteride kabusvari bir atmosfer ve karanlık bir dünya tasavvuru çizilerek, seyircinin protest bir tavır oluşturması bekleniyordu.

Bütün kesitlerin sahnelenmesinden sonra gösterinin finalinde tüm katılımcılar sahneye çıkarak beraberce "Kardeşin Duymaz, Eloğlu Duyar" isimli Türkçe parçayı seslendirdiler. Daha sonrasında da "Biji Bratiye Gelan ve Yaşasın Halkların Kardeşliği" sloganlarıyla etkinlik son buldu.

Etkinliğin bütününü izlendikten sonra şöyle bir gözlemimiz oldu. Oyunlarının yarıdan fazlasının teması "halkların kardeşliğinden" ziyade, kapitalizm karşıtlığı ve güncel siyasal gelişmelerdi. Bu durumun organizasyon komitesinin bilgisi ve tercihi dahilinde olduğunu öğrendik. Gösteri sanatları alanında hakların kardeşliği konseptini gündeme getirmek oldukça önemli ve ihtiyaç duyulan bir mesele. Ancak yüzeysel ve gelişigüzel bir şekilde değil, halkların kardeşliği temasını içselleştirerek atılacak adımların kalıcılaşma adına daha faydalı olacağını düşünüyoruz. Ayrıca muhalif kurumların konuya salt pragmatik politik hedefler gözeterek değil, çok-kültürlü ve demokratik bir muhalif birlikteliğin oluşmasına katkıda bulanacak şekilde yaklaşmalarının çok önemli olduğunu belirtmek istiyoruz. Bu yüzden de BEKSAV'ın bu iyi niyetli girişiminin desteklenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ancak uzun vadeli ve kalıcı bir muhalif kültür ağının, kurumlar arası demokratik buluşmalar ve platform tarzı örgütlenmeler sayesinde kurulabileceğini de eklemek istiyoruz. Özelikle İATP-G'nin ön açıcı bir model olarak tartışmaya katkı sunabileceği söylenebilir. Gerek BEKSAV'a, gerek İATP-G'ye, gerekse de etkinliğe katılan topluluklara grup merkezci ve içe dönük yaklaşımları reddederek, muhalif bir kültür-sanat evrenine pozitif katkılar sunmasını öneriyoruz. Önümüzdeki günlerde etkinlik ile ilgili bir değerlendirme toplantısının yapılmasının planlandığını öğrendik. Etkinlik süreciyle ilgili bazı detay konuların (bilet satışı yapılmasının bilinmemesi, 45 dakikaya varan açılış konuşması, oyunların temalarındaki farklılıklar, geleceğe dair perspektif tartışmaları vs.) bu toplantıda gündeme gelmesi ve kamuoyuna dönük ortak bir değerlendirme yazısının çıkması tiyatro kamuoyu açısından oldukça önemli olacaktır.

TİYATRO ALANINDAKİ KÜLTÜREL - POLİTİK GELİŞMELER (2005)

TİYATRO ALANINDAKİ KÜLTÜREL - POLİTİK GELİŞMELER

2000’li yıllara ekonomik krizin, sancılı AB uyum sürecinin ve Irak savaşının gölgesinde giren Türkiye’de; kültürel ve ideolojik alanda ciddi değişimlerin yaşandığı aşikar. 1999’da Kürt sorununda yeni bir sürecin başlaması, iç savaş koşullarının yerini ‘tek taraflı barış’ ortamına bırakması ve Türkiye’de ABD destekli bir Avrupa Birliği uyum ve liberalizasyon sürecinin başlatılması sonrasında, demokratik kültürel alanda oldukça sınırlı gelişmelerin yaşandığını ve yaşanmakta olduğunu söyleyebiliriz.

Tiyatro alanında ise geçtiğimiz birkaç yıla damgasını vuran en temel mesele, toplumu felce uğratmaya başlayan ekonomik krizin özel tiyatrolara ‘kepenk kapattırması’ ve ödenekli tiyatrolar da dahil tüm tiyatro bölgesini kapsayan ciddi bir seyirci sıkıntısının yaşanması ve bu süreçte tiyatronun ‘ölü bir sanat dalı’ olduğu yönündeki tartışmaların gündeme gelmesiydi. Sansasyonel bir şekilde medyada yer bulan bu tartışmalar, aslında uzun yıllardan beri devam eden ciddi sorunların belki de yüksek sesle ifade edilmesiydi. “Seyirci yok, kaynak yok, evet, artık tiyatro öldü!” diyenlere halihazırda tiyatro yapanların söyleyecek çok fazla bir şeyi yoktur. Ancak, yaşanan bu varoluşsal tartışmalar sonrasında, ‘Hayır tiyatro henüz ölmedi?’ diyenlerin çözüm oluşturmaya yönelik ne gibi somut adımlar attığının veya atamadığının incelenmesi gerekmektedir.

Tiyatro sanatının bir yandan tasfiye edilmesine diğer yandan toplumla bağlarının koparılmasına çalışılarak ‘yeniden tanımlandığı(1)’ bir dönemde, tiyatroyu yaşatmak uğruna mücadele edenlerin üç farklı kültürel-politik eğilime sahip olduğu söylenebilir. Birincisi egemen piyasacı eğilim, ikincisi kültür-sanat faaliyetinin kişisel/grupsal öz tatmin veya hobi aracı olarak görüldüğü depolitize edici pseudo-libertist (güya-özgürlükçü) eğilim ve son olarak dayanışmayı ve örgütlenmeyi ön plana çıkaran alternatif (sosyal özgürlükçü) eğilim. Ancak bu üçlü eğilim analizini yaparken şunu belirtmekte yarar var: Bu üç eğilimin her biri birbirini dinamik bir şekilde etkileyebilmektedir. Örneğin alternatif ve muhalif itkilerle hareket etmeye çalışan toplulukların bile dönem dönem ilk iki eğilimin yıkıcı etkilerinden fazlasıyla nasibini aldığını gözlemleyebiliriz. Bu yüzden de, bu analizi dinamik bir şekilde değerlendirmek daha gerçekçi ve dürüst olacaktır.

Yazının ana konusu olmamakla birlikte, ilk olarak egemen piyasacı eğilime sahip tiyatrocuların geçtiğimiz süreçte neler yaptığı üzerinde kısaca durulabilir. Öncelikle ödenekli ve bürokratik resmi tiyatro kurumlarının (Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları vb.) AKP hükümetiyle rant ve koltuk kavgası içine girmek dışında, tiyatronun gerçek sorunlarına çözüm oluşturmaya yönelik politikalar geliştirdiğini söyleyemeyiz. Aşağıdaki bildiri, AKP hükümetinin Türki neo-liberal ekonomik politikalar çerçevesinde yasalaştırmak istediği Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısına karşı TOMEB’in (Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği) yazdığı bildiridir. Bu bildiriye; TOBAV (Devlet Tiyatro Opera Bale Vakfı), DETİS (Devlet Tiyatrosu Sanatçıları Derneği), Kültür-Sen (Kültür Sanat Sendikası) vb. kurumlar destek vermektedir. Kamu Yönetimi Temel Kanun Tasarısına karşı çıkılabilir, ancak buradaki kritik nokta resmi ve ödenekli kurumların -bildiriden de anlaşılacağı üzere- hantal ve köhnemiş KİT’ler olarak kalmaktan vazgeç(e)memeleridir. Bu kurumlar, oluşan suni kutuplaşma ortamında (YÖK tartışmalarında olduğu gibi) Kemalist ve ‘aydınlanmacı’ motiflere sarılarak devleti oluşturan ve yöneten ‘asıl’ odaklardan medet ummaktadırlar. Bu tarz yaklaşımların; Türki neo-liberal politikalara muhalefet oluşturmaktan ziyade ekonomik ve siyasi olarak rant talep etmekten başka bir anlam ifade etmediği ve ülkemizdeki tiyatral ortama ciddi bir katkısının olmadığı açıktır.

Kültür ve sanat alanları; üniter bir devlet yapısına sahip Türkiye Cumhuriyeti devletinin asli görevleri arasındadır. Tıpkı eğitim, adalet, ülkenin iç ve dış güvenliği ve bunun gibi… Laik, sosyal, hukuk devletimizin merkezi; çeşitli organlarıyla bütünsellik arzeden bir sistemdir. Önerilen yasa tasarısındaki yerelleşme; sosyal devlet olgusunu ve kamu hizmetinin varlığı ile ilgili, devletin görev ve sorumluluklarını ortadan kaldıracak sistemsel boşluklar göstermektedir. Devlet merkezi; genel görevleri, yerel yönetimler ise; özel görevleri düzenlemekten sorumludur. Bu nedenle; kültür ve sanat hizmetleri sadece yerel ihtiyaçlar olarak değerlendirilemezler. Önerilen yasa tasarısında kültür ve sanat hizmetlerinin yeri ve konumunun açıkça belirtilmemiş olması, bizleri çok ciddi kuşkulara sürüklemektedir. Bu yasa tasarısıyla devlet tiyatrolarının, devlet opera ve balesinin konumu ve geleceği nasıl belirlenmektedir?...

TOMEB (Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği) Basın Bildirisi

Son yıllarda, sırtını güçlü bir finans kuruluşuna bağlayamamış ve hala ‘kepenk kapatmamış’ özel tiyatroların ise, ayakta kalabilmek için türlü çeşit medyatik araçlara başvurduğunu ve 90’lı yılların sonunda had safhaya ulaşan popüler televole kültürü ile bağlarını iyice güçlendirdiği söylenebilir. Oyuncu-manken sayısındaki artış, sahne üzerinde cinsellik kullanımının ayyuka çıkması, ABD ve Avrupa’dan ithal edilen burjuva komedilerinin ve dramlarının yenilikçi oyunlarmış gibi oynanması, kumpanya anlayışı yerine prodüksiyon tiyatrosu konseptinin hakim olması, tiyatroda eğitim-araştırma diye bir mefhumun neredeyse tamamen ortadan kalkması vb. gibi örnekler yozlaşmanın etkilerini göstermek için yetersiz kalır. Örneğin, geçtiğimiz sene içinde 70’e yakın televizyon dizisinin çekilmiş olması önemli bir veridir. Bu dizilerde oynayan oyuncuların büyük bir bölümünü devlet-şehir tiyatrosu kökenli oyuncular ve özel tiyatrolarda çalışanlar oluşturmaktadır. Sağcısından sosyal demokratına, “alternatifinden” muhafazakarına kadar her kesimin zevklerine hitap etmeye başlayan dizi ve eğlence sektörü piyasası, insan kaynağı olarak tiyatrocuları seçmiştir. Halkların kültürlerine sığ ve aşağılayıcı yaklaşımların sergilendiği “Ağa” dizilerinden tutun, mafya ile bağlantılı karanlık dizilere kadar geniş ölçekli kurulan bu sektörü, tiyatrocular ekonomik bir geçim kapısı olarak görmeye başlamıştır. Ve bu kesimler için tiyatroculuk yeniden tanımlanmaktadır: Dizilerden arta kalan zamanlarda tiyatro! Nitelikli bir şeyler yapmaya çalışan tiyatrocuların bile, bu sektörün içine girdikçe kendilerini tüketmeye başladığı çok rahat gözlemlenebilir. Bir diğer çarpıcı örnek olarak bir yarışma programından söz edilebilir. 2003 yılı sonlarına doğru, kültürel ortama ve hayatımıza damgasını vurmaya başlayan yarışma programlarına (Biri Bizi Gözetliyor, Popstar, Ben Evleniyorum, Akademi Türkiye vb.) ‘Türkiye’nin Yıldızları’ adıyla bir tiyatro ve oyunculuk yarışma programı da eklenmiştir. Bu yarışmada, jüri koltuklarında oturan “en değerli” tiyatrocularımız, işsizlik içinde kıvranan ve ‘keşfedilmeyi bekleyen’ gençlerimize, onlar da belki günün birinde bir dizide rol kapabilsinler diye, piyasadaki egemen oyunculuk klişelerini öğretmektedirler. Oyunculuk eğitimini, konservatuvar, özel kurslar ve akademilerin dışına taşımanın yolu bulunmuş ve tiyatro eğitiminin bile direkt olarak televizyon ve eğlence sektörünün içinde konumlanması gündeme gelmiştir.

Tiyatronun televizyon ve eğlence sektörü için bir insan deposu olarak görüldüğü bir dönemde, önemli bir gelişme olarak, egemen piyasacı eğilime sahip tiyatroların ‘televizyon ve dizi seyircisini’ tiyatroya çekebilme girişimlerine tanık oluyoruz. Örneğin 2003 yılında, televizyondaki popüler dizilerde ismini duyuran ve beğenilen oyuncuların başrol oynadığı birçok oyun sahnelenmiştir. Bu yeni strateji sadece özel tiyatroların değil aynı zamanda devlet ve şehir tiyatrolarının da başvurduğu bir yöntem haline gelmiştir. Bunlara ek olarak, geçtiğimiz yıl oyuncu, manken, şarkıcı vb. isimlerin biraraya getirildiği ‘toplama’ kadrolarla medyatik ve sansasyonel projelerin gündeme sokulmaya başlandığı bilinmektedir. Sonuç olarak, tiyatronun sorunlarını çözmek adına piyasacı bir anlayışla türlü çeşit çözüm üretme ‘çabalarına’ tanık oluyoruz. Bu tarz çabaların kısa dönemli ‘başarılı’ sonuçları olsa bile, uzun dönemde tiyatronun gerçek sorunlarına çözüm oluşturamayacağı söylenebilir.

Egemen piyasacı eğilimin yeşerdiği resmi-bürokratik kurumlar ve özel tiyatrolarda bu gelişmeler yaşanırken, alternatif tiyatro ve amatör tiyatro bölgesinde ise iki ana eğilimin geliştiği söylenebilir. Öncelikle güçlü olan ve ‘trend’ olmaya başlayan bir eğilimden bahsetmek gerekir. Son yıllarda amatör kültürel alandaki faaliyetlere şöyle bir göz atıldığında, topluluk sayısında ciddi bir artışın yaşandığı görülebilir. Örneğin geçen sene, resmi ve özel kurumlarla birlikte İstanbul’da yaklaşık 210 tane (bir internet sitesindeki kayıtlara geçen) farklı oyunun sahnelendiğini bilinmektedir. Özellikle amatör alanda yüzlerce yeni topluluk ortaya çıkmaktadır. Ancak bu toplulukların bir çoğunun kısa bir süre içinde dağıldığı, ortadan kaybolduğu veya isim değiştirerek yeniden ortaya çıktığı gözlemlenebilir.

Türkiye’de amatör tiyatronun ‘arka bahçe’ olarak tanımlandığı bir dönemde, revaçta bir gelişme olarak, kalıcı ve kurumsal tiyatro yapıları yerine, gelip geçici, saman alevi gibi parlayıp sönen, üç-beş kişinin inisiyatifinde gelişen ‘grupçuklara’ ve ‘oyunumsu’ gösteriler enflasyonuna tanık oluyoruz. Peki tiyatronun öldüğü iddia edilen bir dönemde tiyatroya, özellikle de amatör tiyatroya olan bu ilgi neden kaynaklanıyor olabilir? Sorunun yanıtı çok basit değil. Toplumda güçlü bir politizasyon var da, amatörler şaha mı kalktı? Elbette, hayır! O zaman akla gelen ilk yanıt büyüyen eğlence ve televizyon sektörünün iştah kabartması. Bu sektörde ucuz oyuncu olarak kullanılan ve ‘yeni yüz’ olarak keşfedilen amatör kökenli oyuncu sayısının çoğaldığı söylenebilir. “Ve belki bir gün bizde piyasaya eklemlenebiliriz” diyenlerin, öncelikle amatör alanda kendisini göstermesi ve daha sonra dizi yapımcıları tarafından ‘keşfedilmeyi’ beklemeleri, amatörlüğe olan ilginin açıklanması için güçlü olasılıkla doğru bir yorum. Ancak, tek neden bu olmasa gerek, çünkü herkes bu piyasanın içine giremiyor. Giremeyenler ise, amatörlüğü ve bir anlamda ‘alternatifliği’ nasıl algılıyorlar?

Bu soruya yanıt verebilmek için, son dönemde sayıca mantar gibi çoğalan tiyatro topluluklarının yapılarını incelemek gerekir. Son dönemlerdeki yeni kültürel eğilimlerin belirleyici özelliği, sanat faaliyetinin bireysel veya grupsal öz tatmin aracı, bir tür hobi faaliyeti olarak görülmesidir. Bu motivasyonla hareket eden bir kişi için, tiyatro etkinliği bir tür rahatlama ve sağaltım uğraşına dönüşür. Tiyatro etkinliği sadece bir oyun çıkarmak ve çıkan bu oyunu birkaç yerde sergilemek anlamına gelir. Kadrolaşma ve örgütlenme diye bir dert yoktur. Eğitim araştırma ve entelektüel faaliyetler yok denecek kadar azdır. Oyunlar hazırlanırken ‘Yaptık oldu!’ mantığının egemen trend haline gelmesi, dramaturji çalışmasının es geçilmesi, ‘anlaşılmazlığın’ hakim estetik biçim haline gelmesi, toplumcu temalardan uzaklaşılarak daha ‘mahrem’ temaların seçilmesi, salt biçimci post-modern denemelerin moda haline gelmesi, dışa dönüklüğün ve örgütlenmenin reddi, amatör alandaki diğer topluluklarla sığ ve pragmatik bir dayanışmanın ötesine geçememe vb. türünden örnekler, bu yeni trendin belirleyici özelliklerindendir. Özetle bu tarz gruplarda hakim olan genel eğilimin içe dönüklük ve grup-merkezcilik olduğu söylenebilir.

Bu eğilime sahip tiyatro topluluklarının kamusal alanda ve kamusal alana etki edecek şekilde konumlanmaktan ziyade, toplumla bağların yitirildiği ve depolitizasyonun kışkırtıldığı alanlarda örgütlendiği tespit edilebilir. Bu eğilimin en güçlü göstergelerinden birisi tiyatro ediminin yapıldığı mekanların değişmeye başlamasıdır...

* Bu yazı, Mimesis 11’de (Kasım 2005) yayınlanan “Tiyatro Alanındaki Kültürel-Politik Gelişmeler, ‘Alternatif’ Mekan Arayışları ve İATP” adlı makaleden alıntılanmıştır.

(1) 2000’li yıllara gelindiğinde tiyatro sanatının arkaik bir sanat dalı olduğu iddia edilmeye başlanmıştır. Seyircinin tükendiği, ekonomik dibe vurmanın yaşandığı bir süreçte, tiyatro sanatının ve tiyatrocuların yaşayabilmesi için direkt olarak televizyon ve eğlence sektörünün içinde konumlanması önerilmektedir. Amatör tiyatro bölgesi ise ‘bir arka bahçe’ olarak tanımlanarak, depolitizasyonun kışkırtıldığı evcilleşmiş bir bölge olarak düşünülmektedir.

"Kültür-Sanat Alanında Demokrasi ve Eğitim" 16.05.2007

“Kültür-Sanat Alanında Demokrasi ve Eğitim"
BGST Tiyatro Birimi Okuma Çalışması Notları

BGST tiyatro biriminde eğitim-araştırma perspektifli temel aydınlanma çalışmaları yürüten üyeler tarafından, Noam Chomsky'nin Demokrasi ve Eğitim kitabının bazı bölümleri eksen alınarak bir okuma çalışması yapılmıştır. Okuma çalışmasındaki temel amaçlar, Chomsky'nin eğitime dair tezlerini genel hatlarıyla anlayabilmek ve özelde tiyatro eğitimi hakkında kendi deneyimlerimizi gözden geçirmek olarak ortaya konmuştur. Kitabın Giriş, Öndeyiş, Entelektüeller ve Okullar Üzerine Bazı Düşünceler, Hiçbir Öğrenme Sürecinin Öğretemeyeceği Şeyler, Eğitimde İnsancıl Bir Anlayışa Doğru, Bir Üniversite Cemaatinin Sorumluluğu adlı makaleleri okunmuş ve Prof. Dr. Metin Balay ile üniversitelerde tiyatro eğitimi hakkında yapılan söyleşi çalışması tartışma konusu yapılmıştır. Bu kısa raporda, okuma çalışmalarında ortaya çıkan bazı tartışmalar özetlenmiştir. Bu rapor hazırlanırken, 12 Ekim 2007'de BGST semineri olarak yapılan Kültür – Sanat Alanında "Demokrasi İçin Eğitim" adlı tartışma ve kitabın çevirmenlerinden Nuri Ersoy'un hazırladığı sunum metninden de yararlanılmıştır.

Noam Chomsky, eğitimin doğasına göre, doğal genetik yeteneklerin kültürel çevreden önce geldiğini düşünür. Özelikle 19. yüzyıl özgürlükçü düşünürlerinden Bertrand Russel, Chomsky'i derinden etkilemiştir. Russel'in "üretimin nihai amacı mal üretmek değil, birbirleriyle eşit bir şekilde ilişki kuran özgür insanlar yaratmaktır" görüşünü Chomsky de sahiplenir. İnsan doğası "doğanın mekanizmaları içinde yer alan duyarlı bir çark mı, yoksa yaratıcı ve irade sahibi bir güç mü?" tartışmasında Chomsky bir taraftır. Chomsky felsefi bağlamda Kartezyen gelenekten gelir, insanın tabula rasa (boş bir levha) olmadığını ısrarla vurgular. Chomsky'e göre bir insan ya insandır ya da insan değildir. Yüzeysel fiziksel görünüş özelikleri dışında insanlar arasında bir fark bulunmadığını vurgulayan Chomsky, eşitlikçi bir vizyon önerir. Bu yüzden de, aksini gösterecek kanıtlar bulunmadığı takdirde bir kişinin hayatını, karakterini ve düşünme tarzını denetlemeye çalışmak konusunda oldukça tedbirli davranmak gerektiğini söyler. Tabula rasa fikriyatı, davranış denetimi yoluyla şekillenen bir eğitimi anlayışını dayatır. Chomsky bu görüşe şiddetle karşı çıkar. Ona göre insanlar kendi eğitiminden ve eylemlerinden sorumlu olmalı ve eğitiminin temelinde şüphecilik, araştırma ve deney olmalıdır. Özgürlükçü paradigmaya inanan Chomsky, demokrasiyi insanların kendi kendilerini yönetmeleri, eğitimi de insanların kendi kendilerini eğitmeleri şeklinde tanımlar.

Chomsky'e göre J. Dewey'in eğitim reformları düşüncesi, ikisi de otoriteryen olan sosyalist ve kapitalist sistemle karşı karşıya gelir. Dewey'in ve Russel'in bağımsız sol liberal gelenek içinden çıkan düşünceleri Chomsky'i etkilemiştir. Kapitalizmin "cebini doldur ve kendinden başka kimseyi umursama" mantığı Chomsky'e göre iğrenç bir düsturdur. Bu noktada - toplumsal işbölümünün ‘aptal ve cahil" yaratıklar yaratmasına karşı çıkması bağlamında- Adam Smith'i iyi anlamamız gerektiğini vurgular. Chomsky, insan emeğine dair J.Dewey'in daha 1920'li yıllardaki çözümlemelerinin oldukça önemli olduğunu belirtir: "Sırf ücret almak için çalışmak bağnazlık ve ahlaksızlıktır, çünkü işçiler bu faaliyetlere özgür bir şekilde katılmadıkları için özgür olamayacaklardır." Kapitalist sistemin insanın yaratıcılığını törpüleyen ve insan olma vasıflarından mahrum bırakan çalışma koşullarını dayatması, özelikle neo-liberalizme geçiş dönemi olarak adlandırılan 1980'li yıllarda kendisini gösterir. Chomsky bu yıllarda ABD'de çocuk ve aile karşıtı politikaların tırmandığını ve bu durumun toplumsal eğitimi olumsuz yönde etkilediğini belirtir. Olgusal veriler olarak da, maaşların düşmesi, iş saatlerinin artması ve iş güvencesinin azalması, yoksulluğun sonucu olarak çocukların yetersiz beslenmesi, zekâ seviyesinin düşmesi, ebeveynlerin çocuklara yeterli zamanı ayıramaması yüzünden problemli bir çocuk kuşağının yetişmesi (Chomsky çocuklarla ailelerin geçirdiği sürenin %40 azaldığını vurguluyor), çocuk yetiştirmek konusunda televizyona bağımlılığın artması ve aile kimliğinin parçalanması, ‘evlerinde tek başına büyüyen çocukların' alkolizm, uyuşturucu kullanımı ve şiddet eğilimi içine girdiğini vurgulamaktadır.

Tartışma1:
Okuma çalışmasının bu bölümünde, nature (insan doğası ya da doğuştan gelen genetik yeteneklerimiz) ve nurture (çevre ya da öğrenme yoluyla sonradan kazanılmış davranışlar) olarak adlandırılan faktörlerin, oyunculuk ve rol yapma yeteneği söz konusu olduğunda nasıl değerlendirilebileceği gündem olmuştur. Ancak ortaya konan sorulara bilimsel verilerle desteklenen yanıtlar verilememiştir. Bu konuda bir araştırma çalışmasına ihtiyaç olduğu söylenebilir.

• Oyunculuk ve tiyatro eğitiminde çevre ve genetik ilişkisini nasıl tanımlıyoruz?
• Taklit yeteneği ve taklit içtepisi doğuştan gelen bir meleke midir? Yoksa deneyim yoluyla mı öğrenilir?
• Oyunculuk salt doğuştan gelen bir yetenek midir? Çevresel faktörlerin oyunculuk yetisi üzerinde nasıl bir etkisi vardır? Örneğin düzenli bir tiyatro eğitimi alan bir kişi, oyunculuk yetisini ne ölçüde geliştirebilir? Bu noktada, Stanislavski'nin "oyunculuğun geliştirebilir bir yetenek olduğu" tezini nasıl açıklayabiliriz?
• Dil gelişiminin anlatı ve rol oynama davranışı üzerindeki etkileri nelerdir? Örneğin bir çocuğun tiyatro yapabilme yetisini kazandığı dönem hangi dönemdir?
• Stanislavski eğitim metotlarını geliştirirken bilimsel verilerden son derece yararlanan bir tiyatro insanıdır. Örneğin fiziksel eylemler metodunu araştırdığı dönemde, Pavlov ve M.Şehonov gibi davranış kuramcılarından etkilendiği bilinmektedir. Davranış bilimiyle rol yapma ve tiyatro edimi arasında nasıl bir bağ kurulabilir?

Tartışma2:
Chomsky insancıl eğitim sürecinin büyük ölçüde bireysel yaratıcılığı ortaya çıkarmak maksadıyla yapılması gerektiğini savunur ve otoriteryen eğitim anlayışını bireysel yaratıcılığı körelttiği için reddeder. Bu noktada günümüz sanat eğitimi anlayışı nasıl değerlendirilebilir sorusu ortaya atıldı ve kendi çalışma pratiklerimizden bazı örnekler verildi.

Kendi tiyatro çalışmalarımızda bireysel gelişime yönelik bir eğitim stratejisinin iyi formüle edilemediği tespit edildi. Örneğin tiyatro çalıştırıcıları sahnedeki oyuncuyu bireysel ve özgün bir bakış açısıyla iyi analiz edemediği için, yaratıcı olamayan bir eğitim altyapısı oluşturulduğu vurgulandı. BÜO projelerinde ve BGST'nin bazı oyunlarında dönem dönem oyunculukların tekdüze ve sterotip bir hal almasında, çalıştırıcılardan da kaynaklanan hatalar olduğu sonucuna varıldı. Bu noktada çalıştırıcı düzeyindeki tiyatrocuların, yaratıcı bir tiyatro eğitmen kimliği nasıl geliştirilebilir meselesi üzerine bir tartışma yapması gerekliliği ihtiyacı belirtildi. Örneğin fiziksel aksiyon çalışmalarında, önce oyuncuya temel bir hareket cümlesi verilmesi, daha sonra da oyuncunun yönelimlerini kaale alarak değerlendirme yapmanın oyuncunun bireysel yaratıcılığını açığa çıkarmak için daha doğru bir yöntem olduğu tespit edilmiştir. Bu noktada BGST içinde yapılan atölyelerin ve oluşturulan sanatsal değerlendirme kriterlerin oldukça önemli bir katkısı olmuştur. Oyunculuk çalışmalarında, iki yönlü bir arayış olması gerektiği, örneğin grubun bireyin ihtiyaçlarına dair bir perspektifi olması, ancak bireyin de kendi ihtiyaçları doğrultusunda çeşitli formülasyonlar geliştirmesi gerektiği vurgulandı. Sonuç olarak bir oyuncunun sahne üzerinde yaratıcı olabilmesi ve dram sanatına dair perspektifini yansıtabilmesi için, tiyatro eğitim stratejisinin kolektif ve bireysel gelişimi dengeli bir biçimde desteklemesi gerekir.

Tartışma3:
Chomsky'nin vurguladığı kapitalist yaşam biçimi normları, çalışan tiyatrosunun üretim ile ilişkisinde ne derece etkilidir? Kitabın 9. bölümünde anarşist düşünür Kropotkin'in "İnsan doğası için iğrenç olan çalışma değil, aşırı çalışmadır. Aşırı çalışma herkesin refahı için değil, azınlığa lüks sağlamak için yapılır. Çalışmak, emek harcamak psikolojik bir gereksinmedir, birikmiş vücut enerjisinin zorunlu olarak yayılmasıdır, sağlığın ve yaşamın bizzat kendisini oluşturan bir gerekliliktir" tezine atıfta bulunuluyor. Okuma çalışmasında mesleğinin yanı sıra tiyatro yapan üyeler, günümüz çalışma dünyasının insani yaratıcılığı körelttiğini, insanı aptallaştırma noktasına getirdiğine dair gündelik yaşamlarından örnekler verdiler. Bu noktada, BGST'de ‘minimum tiyatro' olarak formüle edilen çalışma anlayışının, kapitalist üretim mekanizmaları içinde çalışarak tiyatro yapan insanların koşullarını gözettiği ve bu noktada rasyonel bir eğitim sistemi olduğu belirtildi. Ayrıca gönüllü olarak yapılan bir kültür-sanat çalışmasının mantığının üyeler nezdinde iyi anlaşılması gerektiği hatırlandı. Dönem dönem çalışmaların, sıkıcı, yaratıcılıktan uzak ve enerjisiz geçmesinde, çalışma hayatındaki olumsuz öğelerin sanat çalışmalarına sirayet ettiği görüşü dillendirildi. Bu noktada, Russel'in "İnsan, çalışmaya zorlanmak değil de çalışmaya özendirilmek durumundaysa, çalışmayı zevkli kılmak toplumun bariz bir şekilde yararına olacaktır ve toplumsal kurumlar da bu hedef doğrultusunda örgütlenecektir" görüşü üzerinde durulan bir nokta oldu. Alternatif itkilerle bir araya gelen insanların, yapılan çalışmaları zevkli kılacak ve çalışma yapmayı özendirecek yaratıcı bir ortam kurmak için özel bir çaba sarf etmesi gerektiği üzerinde duruldu. Özendirici bir çalışma ortamı kurgulamak için, hem bireysel hem de kolektif öneriler geliştirmenin önemli olduğu vurgulandı.

Örneğin, çalışma programı oluştururken, tatil (tembellik hakkı) ve üretim (çalışma zorunluluğu) ikilemine düşülmemesi gerektiği vurgulandı. Kapitalist çalışma hayatında, "posan çıkana kadar çalış ve sonra tatil yaparken tüket" anlayışı egemen olduğu ve insanlar buna aşina olduğu için (Chomsky'nin terimiyle geçmiş hasar), tatil ve çalışmak mantalitesinin tartışılması gerekmektedir. Örneğin uzun bir tatil yerine, daha kısa süreli ve daha çok tatillerle oluşturulan bir çalışma programının daha verimli olabileceği konuşuldu.

BGST kulüp danışmanları, BÜO'nun 2007-2008 yaz prodüksiyonu olarak sahnelediği Puntilla ile Uşağı Matti oyun sürecini, bu tartışma oturumunda gündem yaptılar. Yoğun bir çalışma ortamına girileceğinin yaz ayından oyuncularla konuşulduğunu, insanların bu yoğunluğa göre taahhütler verdiklerini, ancak oyun sürecinin sonuna doğru aşırı çalışma ve yorgunluk söyleminin hâkim hale geldiğini belirttiler. Gösteriler sonrasında da bir dağınıklık yaşandığı değerlendirmesini yaptılar. Bu durumun insanların ilkokuldan beri denetim ve itaati zorlayan bir şekilde yetiştirilmesi olgusu ile yakından ilişkili olduğunu, tiyatro pratiğine bir ders gibi ya da angarya iş gibi yaklaşılmaya başlandığı ve üyelerin geçmiş eğitim süreçlerinden aldığı olumsuz itkilerle hareket ettiği belirtildi. Ürün merkezli çalışmalar yürütülme hatasına geçmişte çok düşüldüğü ve eğitim paradigmasından sapıldığı, bunun da kadroda prodüksiyon süreçlerinin her zaman yorucu ve bıktırıcı olduğu algısını oluşturduğu belirtildi. Günümüz eğitim sisteminin öğrencinin ne öğrendiği ile değil, uyaranlara doğru tepkileri verip vermediği ile ilgilendiğini ve bilginin sentezlenmesi konusunda eksik kaldığı değerlendirmesi yapıldı. Örneğin her sene bir yazarın oyunu seçilerek bir eğitim prodüksiyonu üretimi yapılır. Ancak buradan edinilen deneyimlerin, yeni bir eğitim sürecine yansıtılması ve öğrenilen bilgiyi sentezlenmek konusunda arazlar olduğunu vurguladılar.

Chomsky, eğitimin birincil amacının her insanın doğasında var olan yaratıcı itkinin açığa çıkartılması olduğunu belirtiyor. Bu yaratıcı itkinin çocuğun kendi keşfedebileceği biçimde olması gerektiğini ve eğitim sürecinin Russel'in belirttiği şekliyle, yani "hürmet ve tevazu" ruhuyla yürütülmesini öneriyor. Böylesi bir eğitim felsefesi, klasik davranışçı eğitim kuramını doğrudan karşısına alır. Çünkü klasik davranışçı eğilim, eğitimi önceden belirlenmiş kurallara göre makine yetiştirmek olarak kodlar. Bu eğilime göre, çocuğun benzersiz bir doğası yoktur. Onun var oluşu verdiği tepkilerden ibarettir ve tepkiler yani davranışlar diğerleriyle birlikte düşünüldüğünde sıradan, ölçülebilir, önceden belirlenebilir ve şekil verilebilir mahiyettedir. İtaat, dakiklik ve düşünce denetimine odaklanan davranışçı eğitim yöntemlerine karşı çıkan özgürlükçü eğitim felsefesi ise, emeği yaratıcı çalışmanın en büyük gereksinimi, eğitimi de özgürleşmenin ve meydan okumanın bir aracı olarak görür.

Tartışma4:
Ülkemizdeki resmi eğitim sisteminin ağırlıklı olarak klasik davranışçı eğitim anlayışıyla yürütüldüğü bilinmektedir. Ancak son yıllarda, eğitim metotları konusunda (özel okullarda daha belirgin olarak) belirgin bir "imaj tazeleme" çabasının olduğu söylenebilir. Eğitim reformu girişimlerinin olması, MEB müfredatına yeni derslerin (yaratıcı drama, medya okuryazarlığı vs.) eklenmesi, özel okulların ithal-ikameci bir şekilde eğitim modellerini programlarına alması gibi olgular örnek verilebilir. Tabi bu durumun otoriter bir devlet yapısının olduğu Türkiye'de, yapılan değişikliklerin çoğunlukla yüzeysel (aynı zamanda yönetici sınıfın çıkarlarını sağlamak adına yaratıcılık geliştirme amaçlı) kalmasına neden olmaktadır. Demokrasi kültürünün eksikliği ve eğitmenlerin demokratik bir bilinçten uzak oluşu, çarpık ve sözde-yenilikçi uygulamaların oluşmasına zemin oluşturmaktadır. Örneğin İstanbul'daki birçok özel eğitim kurumu (anaokulundan-üniversiteye kadar) çocuk-merkezli ya da öğrenci-merkezli eğitim uyguladığını iddia etmektedir. Ancak bu iddiaların doğruluğu araştırıldığında, çelişkili birçok somut olgu ile karşı karşıya kalınır. Tartışma oturumunda öğretmenlik yapan üyeler, kendi çalışma hayatlarında gördükleri olayları aktardılar. Montessiori eğitim sisteminin ülkemize uygun bir içerikte hazırlanmaması, yaratıcı drama eğitiminin yaratıcı değil otoriteryen bir içerikle verilmesi, davranışçı eğitim geleneğiyle yetişmiş öğretmenlerin "yenilikçi" sistemleri içselleştirmemesinin yarattığı absürd durumlar, öğretmenlerin sınav baskısı altındaki öğrencilere bir yandan resmi müfredatı yetiştirmek için çabalaması bir yandan da yeni sisteme adapte olmaya çalışma arasında kalması gibi örnekler verildi.

Tartışma5:
Eğitmen ve öğrenci ilişkisi nasıl kurulmalıdır? Chomsky, sıfır hipotezi olarak Russel'in görüşünün eğitimciler tarafından tartışılması gerektiğini söylüyor. Russel'a göre, aksini gösteren ikna edici kanıtlar bulunmadığı takdirde bir insanın hayatını, karakterini ve düşünme biçimini denetim almaya çalışmak konusunda oldukça ihtiyatlı olunmalıdır. Chomsky'e göre sıfır hipotezinin reddi, eğitimciler açısından toplumsal, siyasi ve pedagojik sonuçlar doğurur. Etkili koşullandırma ve denetim yöntemleri mevcuttur, ancak bunlar belirli bir ölçüye kadar uygulanabilir. Öğrenme, doğuştan gelen yeteneklerin, doğal olarak belirlenmiş olgunlaşma süreçlerinin ve çevreyle kurulan ilişkilenme sürecinin birbiriyle etkileşimini içerir. Ancak Chomsky'e göre öğrenme kuramındaki asıl boşluk şudur. Uyaran ve tepki ile ilgili olan öğrenme sürecinde, öğrenilen şeyin öğrenmenin temelinde yatan deneyimle ilişkisinin ne olduğudur. Kısacası, koşullanma kuramına dair eleştiriler yapan Chomsky, modern üniversite sistemin kurucularından Humboldt'un yorumunu aktarıyor: "İnsanın özgür seçiminden kaynaklanmayan bir şey ya da yalnızca öğretme ve yönlendirme sonucu olan bir şey, insanın kendi varlığına işlemez, asıl doğasına yabancı kalır, asıl insani enerjiyle değil, yalnızca mekanik kesinlikle yürütülür."

Chomsky'e göre, eğitim hürmet ve tevazu anlayışıyla sürdürülmesi gereken bir meseledir. Eğitmen boş bir kaba su dolduran kişi değil, tam aksine bir çiçeğin kendi bildiği yoldan büyümesine yardımcı olan ve tevazu içinde davranan kişidir. Öğrenen ise ustasına hürmet etmelidir. Dolayısıyla iktidar ilişkisi bağlamında keskin bir hiyerarşinin olmadığı, demokratik bir temayülün tasvir edildiği bir modelden bahsedilebilir. Türkiye'de özelikle sanat eğitimi bağlamında usta-çırak ilişkisinin benimsendiği gözlemlenebilir. Ancak usta-çırak ilişkisinin nasıl kurgulandığı önemli bir meseledir. BGST pratiği üzerinden konu tartışıldığında; eğitmen-eğitilen ilişkisinin çatışmalı kurulduğu, rol modellerinin geçişken ve esnek kurgulandığı, bilginin paylaşılması için bir eğitim metodolojinin oluşturulmaya gayret gösterildiği ve asıl olarak katılımcı ve farklı bireysel katkılara açık alternatif bir eğitim yapısının kurulmak istendiği söylenebilir. Alternatif okullaşma vizyonunun toplumsal hafıza oluşturmak imasını barındırdığı, BGST'deki usta-çırak anlayışının ise bir kişiye deneyim aktarımından çok, kamusal bir deneyim aktarımı sistematiği oluşturmak anlamına geldiği vurgulandı. Örneğin BGST içerisinde yazılı bir kültür ve eğitim araştırma atölyeleri oluşturma çabasının bu anlamda oldukça önemli olduğu belirtildi.

Tartışma6:
Sanat ve disiplin ilişkisi nasıl formüle edilebilir? Sanat eğitiminin doğası itibariyle otoriteryen olduğu şeklinde yaygın bir görüş vardır. Bunu nasıl değerlendirmeliyiz? Chomsky kuralın yaratıcılığı geliştiren bir şey olduğunu söyler: "Kurallar dilin yaratıcı kullanımı için vazgeçilmez bir bileşendir. Ancak rastgele cümleler oluşturan bir bilgisayar, yaratıcı bir eylemde bulunuyor olamaz. Kısıtlama ve kurallarla yaratıcı davranış arasında bir etkileşim, karmaşık bir ilişki vardır. Ortada bir kurallar sistemi, kısıtlama sistemi, bir biçimlendirme kümesi olmadığı durumlarda yaratıcı davranış olması düşünülemez." Chomsky bu tezini desteklemek için de, duvara gelişigüzel bir şekilde resim yapan ve boya fırlatan bir ressamın yaratıcı bir eylem içinde olmadığını örnek gösteriyor. Ancak kısıtlama ve kuralların yaratıcı eylemin temel bileşenlerinden sadece bir tanesi olduğunu da eklemeyi ihmal etmiyor.

Tiyatro eğitiminde kural ve yaratıcılık ilişkisini tartışırsak, Konstantin Stanislavski'nin labaratuar çalışmalarına mutlaka değinmemiz gerekir. Örneğin Stanislavski'den önce mistik bir cevher, kontrol edilemez bir ruhsal süreç veya salt doğuştan gelen bir yetenek (Chomsky'nin duvara rastgele boya fırlatan ressam örneğindeki gibi) olarak tanımlanan oyunculuk yapma eylemi, onun geliştirdiği teorilerle açıklanabilir bir hale gelmiştir. Stanislavski de kendi yöntemini, asıl olarak bilinçli bir teknik yoluyla bilinçaltına ulaşmak olarak değerlendirir. Yani sanata ait kuralları keşfederek, yaratıcılığı geliştirmeye uğraşmıştır. Ancak çoğu geleneksel sanat kurumunda olduğu gibi salt davranış denetimine, terbiye edici ve tek tipleştirici temrinlere dayalı bir eğitimin de yaratıcığı olumsuz etkilediği söylenebilir. Örneğin konservatuar eğitiminin temeli olan, oyuncuyu sadece belirli duygu durumlarına tepki vermeye şartlandırmaya dönük temrin ve repetisyon ağırlıklı bir eğitimin bu noktada tartışılması gerekir. Çünkü oyuncunun yaratıcılığı birçok bileşenin biraya gelmesiyle oluşur. Oyuncuyu sadece akort edilen bir enstrüman olarak görmek, yönetmen tiyatrosu paradigmasının ürettiği bir söylemdir.
Tartışma7:
Üniversiteler bilgi üretiminin yapıldığı (Chomsky'nin tabiriyle statükonun ve iktidarın genişleme araçlarını genişleten, özel barbarlık biçimlerini ideolojik olarak haklı çıkaran) mekânlardır ve bu kurumlarda çalışan entelektüellerin de bilgi üretimini mevcut düzenin taşıdığı eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri sorgulamayan bir çerçeve içinde yürütmeleri beklenir. Düşünce denetimine ve endoktrinasyon mekanizmalarına karşı çıkan Chomsky, entelektüel öz-savunmaya dair bazı noktaların altını çizmektedir.

Entelektüellerin temelde soğukkanlı birer eleştirmen olmaları gerekir. Buna yönelik olarak da geçmiş tarihlerde yaşanan haksızlıklara dair doğru bilgilerin öğrencilere sunmanın gerekliliğine vurgu yapıyor. Resmi eğitim kurumlarının çağdaş tarihle objektif olarak ilgilenmesinin pek mümkün olmadığını söylüyor. İşte bu noktada okulların, toplum ve davranış bilimlerinin birer ideolojik aracı olarak nasıl kullanıldığının öğrencilerine öğretilmesini öneriyor. Özelikle sosyal bilimlerin ulusal siyasetin gerçek yanlarını, hakkaniyet ve toplumsal eşitsizlikleri gizlediğini, hilekârlığın nasıl dürüstlük olarak gösterildiğini gizlemek için nasıl araçsallaştırıldığını anlatmak gerekecektir. Öğrencileri propagandadan korumak için "kanıtlanmış" doğruları sorgulamanın önemine vurgu yapıyor, çünkü medyadan edindiğimiz bilgilerin ideolojik olarak yönetici sınıfların süzgecinden geçerek halka ulaştığını belirtiyor. Bu yüzden doğru enformasyon sahibi olmanın entelektüel öz-savunmanın önemli aşamalarından biri olduğunu belirtiyor. Ancak Chomsky'e göre enformasyon sahibi olmak "örgütlü" bir çaba ile mümkündür. Çünkü sistem çoğu insanın bu çabayı gösterecek araçlarını elinden almaktadır ve enformasyon sahibi olan kişiler de örgütlü bir çaba içine girmediklerinden zamanla etik olarak sorunlu gördükleri durumlara alışır hale gelmektedirler. Enformasyon sahibi olabilmek için ana akım medya, makalelerin son paragrafları okunarak takip edilmeli ve değişik yerlerde çıkan bilgiler birleştirilerek gerçek-saklanan bilgiye ulaşılmalıdır.

Okuma grubunda yapılan tartışma da şu soru ortaya atıldı: Doğru enformasyona ulaşmak için ana akım medya ve alternatif medyadan nasıl yararlanılabilir ve kültür-sanat okullaşması bağlamında bu nasıl örgütlü bir çabaya dönüştürülebilir? Bu konuda önemli olanın enformasyon elde etme eyleminin sistematikleşmesi, salt kişisel inisiyatiflere bırakılmaması ve örgütlü bir çehre edinmesi gerektiği ortaya kondu. Örneğin medyadan okunan haberlerin etik, politik, siyasi açılardan değerlendirilmesi ve bu değerlendirmelerin tiyatral pratiğe dönüştürülebileceği vurgulandı. Doğaçlama ve oyunculuk çalışmalarında medya analizine dönük egzersizler yapılabileceği konuşuldu.
Öğrencilik döneminde başlayan entelektüel okuma çalışmalarının entelektüel öz savunma yaratımında etkili bir rolü olduğu, ancak mezuniyet sonrasında bu tartışmalara gereken önemi vermemenin ciddi üretim krizlerini de beraberinde getirdiği belirtildi. Tiyatral üretim sorununun entelektüel aşınma problemi ve gündelik pratiklerde iktidar ilişkilerinin analizini yapmama problemi ile alakalı olduğu tespit edildi. Gündelik hayatta, iş ilişkilerinde, karşılaştığı durumlara dair entelektüel bir analiz yapamayan bir kişi tanık olduğu hikâyeleri tiyatrocu gözüyle de değerlendirip sahneye taşımakta zorlanıyor. Öğrencilik döneminde keskin bölüm ve tiyatro, iş hayatında ise keskin iş ve tiyatro ayrımı yaparak, çelişkili ve "şizofrenik" kimlikler yaratıldığı üzerinde duruldu. Bir yandan "muhalif sanat" yapmak, bir yandan da "sistemik yaşamak" gibi bir ikilemin anlamsızlığının nasıl aşılabileceği konuşuldu. BGST içerisinde entelektüel öz savunma oluşturulabilmek için, üyelerin gündelik yaşama ve özelikle iş hayatındaki pozisyonlarına dair sorgulayıcı ve aktivist bir tutum alması gerekliliği üzerinde duruldu.

Örneğin Türkiye'de profesyonel tiyatrocuların tipik bir teknokrat tavrı göstererek kamusal yaşama dair söylem ve eylem üretmemesi, sanat camiasında etik duruşun bile mumla aranması, insan hakları ve ifade özgürlüğü gündemlerinin yok denecek kadar az oluşu, aydın sorumluluğunun bitme noktasına geldiğini gösteren olgular olarak sıralanabilir. Alternatif itkilerle sanat yapan kişilerin Türkiye tiyatro piyasasına dair analiz yapabilmeleri, öğrencilerin okudukları bilim dalı ile yaptıkları sanat pratiği arasında geri besleme ilişkisi kurabilmeleri, çalışanların çalıştıkları kurumlardaki olaylara dair tartışmalar yürütmeleri ve bu ve benzeri durumları tiyatral olarak ifade edebilmeleri gerekiyor.
Demokrasi ve Eğitim kitabının bazı bölümleri eksen alınarak yapılan okuma çalışması, özgürlükçü eğitimin doğası, eğiten-eğitilen ilişkisi, entelektüel öz-savunma, sanat ve eğitim ilişkisi gibi konularda BGST tiyatro biriminde bir tartışmayı başlatmıştır. Özelikle tiyatro eğitimi meselesine dair özgün görüşler oluşturmak ve kendi yaptığımız çalışmaların eğitsel felsefesini açığa çıkarabilmek için, ortaya atılan sorulara araştırma çalışmalarıyla yanıtlar oluşturmak elzem gözüküyor. Bu noktada, birim üyeleri halihazırda Ömer Faruk Kurhan'ın Tiyatroda Yirmi Yıl adlı kitabının okumasına geçmiştir. Alternatif okullaşma ihtiyacı hisseden çevrelerin mutlaka üzerinde durması gereken bu eserin tartışma notları da derlenerek web sitesine konulacaktır. Ayrıca birim üyelerinden Bülent Sezgin tarafından, resmi akademik kurumlardaki tiyatro eğitimini sorunsallaştıran bir araştırma çalışması başlatılmıştır. Kurumların tiyatro öğretim görevlileri ile söyleşiler yapılmaktadır. Bu söyleşi çalışmasının (sorular için bkz Ek 1) bir dosya olarak kamuoyuna sunulması hedeflenmektedir. Ayrıca, İstanbul Amatör Tiyatro günleri kapsamında 26 Mayıs Pazartesi günü Şehir Tiyatroları Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi'nde Üniversitelerde ve Konservatuarlarda Tiyatro Eğitimi başlıklı bir panel organize edilmiştir. Panele aşağıdaki konuşmacılar katılacaktır.

• Prof. Dr Metin Balay (Yeditepe Üniversitesi Tiyatro Bölümü)
• Prof. Dr Mehmet Birkiye (İstanbul Devlet konservatuarı Tiyatro Ana Sanat Dalı)
• Yar. Doç Dr. Önder Paker (Beykent Üniversitesi Oyunculuk Bölümü Başkanı)
• Yar. Dr. Erbil Göktaş (Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü)
• Ali Taygun (Rejisör-İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları)
• Metin Boran (Yönetmen-Eleştirmen)


Ek 1:
Tiyatro Eğitimi Veren Kurumlar
Ön Veri Toplama Çalışması İçin Tartışma ve Röportaj Soruları
1. Türkiye'de oyunculuk eğitiminin tarihsel gelişimini ve tarihsel olarak kendi pozisyonunuzu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda bize kendi tiyatro geçmişinizden bahseder misiniz?
2. Tiyatro eğitim programınız ne kadar sürüyor?
Kategori:
1. 4 YILLIK LİSANS EĞİTİMİ (konservatuar modeli)
2. YÜKSEK LİSANS EĞİTİMİ (oyunculuk ya da kuramsal ağırlıklı)
3. DÖNEMSEL OYUNCULUK KURSU (aylık ya da yıllık kurslar şeklinde olabiliyor)
3. Okulunuzda kaç öğrenciye eğitim veriyorsunuz? Bursluluk imkânları var mı? Öğrenci profili hakkında bilgi verebilir misiniz?
4. Tiyatro eğitim programınızı oluştururken nasıl bir müfredat oluşturdunuz? Müfredatınızın ve eğitim içeriğinizin bilimsel ve estetik referans noktaları nelerdir? Hangi tiyatro okulunu model aldınız ve nasıl bir modelden etkilendiniz? Tiyatro eğitim programı oluştururken kurumunuzun nasıl bir kültür-sanat politikası var? Programın öncülleri, hedefleri ve genel amaçları nelerdir?
5. Eğitim programını uygulayan eğitmenler kimlerdir? Tiyatro eğitimi veren kişileri hangi ölçütlerle değerlendiriyorsunuz? Eğitimcilerden beklentileriniz nelerdir? Eğitmenlerin yeterli olduğunu düşünüyor musunuz?
6. Eğitmenler arasında bir koordinasyon var mı, yoksa sadece eğitmenin bireysel pozisyonu mu eğitime yön veriyor?
7. Tiyatro bölümlerine giriş için uygulanan yetenek sınavlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu sınavların erkek egemen cinsiyetçi, tek tipleştirici ve Türkiye'nin çok kültürlü etnik yapısından uzak bir şekilde yapıldığı yönündeki eleştirileri aşağıdaki kriterlere göre nasıl değerlendiriyorsunuz? Yetenek sınavlarını revize etmek ya da toptan kaldırmak gerekiyor mu sizce?
1. Objektiflik
2. Bilimsellik
3. Etik
4. Akademik
8. Oyunculuk eğitimine yönelik ne tür dersler veriliyor? Oyunculuğun tiyatro eğitim programı içindeki ağırlığı nedir? Dramaturji, yazarlık, tiyatro kuramı ve akımları, reji ve sahneleme vs. hakkında nasıl bir eğitim veriliyor?
9. Konservatuarların tiyatro oyunculuk üslubunu ve egzersizlerini biraz somut örneklerle açıklayabilirsiniz? Ne tip egzersizler yapılıyor, örneğin bir metin nasıl analiz ediliyor? Dramaturji çalışması hangi yöntemle yapılıyor? Oyunculuk gelişimine dönük ne tür egzersizler yapılmaktadır?
10. Rejisörlük ve oyunculuk ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Kolektif oyun sahneleme formları ve yönetmen tiyatrosu üzerine ne düşünüyorsunuz?
11. Uygulama anlamında öğrenciler somut olarak neler yapıyorlar?
12. Tiyatro sanatının diğer sanatsal ve bilimsel disiplinlerle olan ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Diğer disiplinlerin yaptığınız çalışmalara ve eğitim çalışmalarınıza somut bir etkisi oluyor mu?
13. Televizyon reklâmcılık ve medya sektörü ile nasıl bir ilişkilenme var? TV dizilerine dair Salt sinema ve dizi sektöründe konumlanan bir oyuncu veya tiyatrocunun estetik ve düşünsel gelişimi sizce mümkün mü?
14. Kurumunuz amatör ve alternatif tiyatro bölgesi ile nasıl bir ilişkilenme gerçekleştiriyor? Amatör ve alternatif alanla akademik alanın kopukluğu söz konusu mu sizce? Bu kopukluğu gidermek adına sizce neler yapılabilir?
15. Kurumunuzdan eğitim alan tiyatrocular mezun olduktan sonra ne gibi faaliyetler yapıyorlar?
16. Eğitmen etiği ve sanatçıların aydın sorumluluğu hakkında ne düşünüyorsunuz?
17. Tiyatro yayıncılığı yapıyor musunuz? Kurumunuzun ve öğrencilerinizin çıkardığı bir fanzin, dergi, kitap, web-sitesi vs. gibi şeyler var mı?
18. Türkiye'de tiyatro alanında son dönemlerde yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Örneğin tiyatro dünyasının içe kapalılığı, dayanışma ağlarının az oluşu ve toplumsal sorunları teğet geçen bir eğilime girmesi sizce nasıl yorumlanabilir?
19. Üniversitelerin sanat bölümlerinin ve genelde sanatçıların devletle kurduğu tabiiyet ilişkisinin, alternatif ve muhalif çalışmaların önüne ket vurduğunu düşünüyorum. Tiyatronun toplum üzerinde politik anlamda nasıl bir etkisi olabilir? Örneğin Stanislavski bu bağlamda, "Tiyatro etkili bir vaaz kürsüsüdür" der. Ancak bu tanımlamayı salt bir güzelleme veya değişmez bir durum olarak yapmaz. Örneğin, tiyatro seyircide soylu duygular uyandırabileceği gibi, toplumu yozlaştıran, seviyesini düşüren bir etkiye de sahip olabileceğini vurgular. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
20. Teori ve uygulamayı birleştiren bir tiyatro eğitimi için ne tür önerileriniz var? Tiyatro eğitiminde yaşanan sorunlar sizce nasıl çözülebilir?